Petrolün varlığının mutlak suretteki bilgisine çok önceden beri sahip olunsa da kullanıma sokulması en azından on dokuzuncu yüzyılın ortalarında, hususiyle de yirminci yüzyılın başında söz konusu olmuştur.

Bu siyah ve sıvı suretindeki maddenin öneminin ve ticari getirisinin fazlası ile farkında olan İngiltere; Mezopotamya, Suriye ve Arabistan coğrafyalarında bulunan petrol madenini azami derecede tasarruf etmek istemiş ve dolayısıyla da devlet destekli sendikal örgütleşmelerin gerçekleşmesini sağlamıştır. Bu noktada o, kendisi başat bir konumda olmak kaydıyla, Fransa ile de işbirliğinde bulunmaktan kaçınmamış, 34 ayrı firmanın bir araya gelerek, oldukça güçlü ve fazlası ile sermaye yüklü daha büyük teşekküllerin hayat bulmasına rehberlik etmiştir. Varlığı kadar maksadı da o tarihlerde sair ülkelerden, hususiyle de ABD’den, son derece gizli tutulmaya çalışılmış olan bu uluslararası ortaklı şirketler topluluğu daha 1919 yılında petrol yataklarının işletimi noktasında Emir Faysal’ın olurunu dahi almayı başarabilmiştir.

ABD diplomat ve uzmanlarına göre İngiltere ve Fransa ortaklığındaki söz konusu şirketlerin vücut bulmalarındaki yegâne amaç dünya ham petrol tedarikini bütünüyle kendi kontrolleri altında tutmaya yönelikti.

İngiltere ve Fransa’nın Bakü bölgesi ve Mezopotamya coğrafyasındaki petrol havzalarını birlikte işletme konusunda ortak bir karara vardıkları o günkü tarihlerde çokça konuşulduğu gibi yazılıp çizilen bir haber ve hadiseler silsilesini de oluşturmuştu.

Birinci Dünya Savaşı’nın çıkması ve sürdürülmesi konusunda petrolün ne denli önemli bir rol oynadığını belirten Lord Curzon bir keresinde “Petrol sevdaları Müttefikleri zafere ulaştırdı” demekten kendisini alamamıştı. Lord Robert Cecil’in ifadesine göre ise Ermeniler Mezopotamya ve bu coğrafyanın petrol kaynaklarının İngilizlerin elinde kalması için son derece önemli hizmetler görmüşlerdi. Rus Kafkaslarının 1918’de işgal edilmiş olmasının yegâne sebebi ise Bakü petrol yataklarının elde edilmesinden başka bir şey değildi.

Diğer taraftan ABD eyaletlerindeki petrol madeninin varlığı ve bu varlığın zenginlik derecesi daha 1916’da ABD hükümetinin resmi surette bastırdığı bir kitapçık halinde resmi vesikalar arasında yerini almış ve her bir petrol bölgesi ve rezervi kalem kalem yazılıp ortaya dökülmüştü. Ancak hal böyle olsa da ABD de, diğer Avrupa ülkeleri gibi, kendi kıtası haricinde bulunan petrol kaynaklarını elde edip işletmeyi öncelikli bir politika haline getirmişti. Bu anlamda barış antlaşmalarının gölgesinde ve ABD Hükümeti’nin desteğinde bir dizi ABD petrol şirketleri kurulmuş ve kurulan bu şirketler marifetiyle; Mezopotamya, Filistin ve Kafkaslardaki petrol havzaları ABD’nin fazlası ile ilgi duyduğu alanlar haline gelmişti. Bu anlamda Standart Oil Company fazlasıyla etkinlik göstermiş, İngiliz ve Fransız petrol şirketlerinden hiç de geri kalmayacak bir surette hareket etme kabiliyeti göstermişti. Petrol kuyularının açılıp işletilmesinde ABD’ye hizmet eden tek şirket pek tabii ki sadece Standart Oil Company değildi. Pan American Petroleum and Transport Company, The Atlantic Refining Company ve The Gulf Refining Company ve sairleri de aynı maksat için kurulmuş olan sair şirketlerdi.

Lozan Konferansı başladığında dünyanın yeniden kurulduğu bu önemli toplantıya ABD de gözlemci sıfatıyla iştirak etmişti. Maksadı ne Türkiye’den yana olmak ne de Müttefikler adına Türkiye’ye karşı çıkmaktı.

24 Nisan 1923'te, Lozan Konferansı’nın ikinci dönemindeki ikinci oturumunun açılış gününde Başkan Joseph C. Grew tam da bu noktaya işaret eden konuşmasında çok aşikâr bir surette; ''Biz (petrol kapmak için) buradayız ve konferansın tehiri öncesindeki aynı sıfatı taşımaktayız. Ne Türkiye'ye karşı muhasım durumdayız ne de Müttefikler ile Türkiye arasındaki Barış müzakerelerinin aracısı halindeyiz” diye belirtebilmişti.

Onun bu ifadeleri, siyasi öngörüsü olan çevreler tarafından, İsmet Paşa ile aralarında bir pazarlığın varlığına işaret eden bir açıklama olarak değerlendirilmişti.
ABD’nin Lozan Konferansı’na gözlemci olarak katılımına, başlangıçta bizzat İsmet Paşa şiddetle tepki göstermiş ve hiçbir katkısı olmadığı halde konferansın nimetlerinden yararlanmak istediği gerekçesi ile ABD’nin varlığına muhalefet etmişti. Ancak ilk zamanlar hal böyle olmuşsa da, sonraki günlerde İsmet Paşa ile ABD temsilcisi Mr. Grew arasında tam bir dostluk tesis edilmişti.
İsmet Paşa kendi ağzıyla, Mr. Grew ile tam bir görüş birliği içinde olunduklarını ve ABD’nin içinde olmadığı bir Musul antlaşmasına Türkiye’nin asla imza atmayacağını o günlerde Lozan’da alenen dile getirmişti.

Türk heyetinde yer alan Rıza Nur da benzer bir açıklamada bulunmaktan geri kalmamış; “Musul petrol yatakları Türkiye’nin malıdır; bu bölgede yabancılara imtiyaz verme vakti geldiğinde Amerikalılar pastadan ilk payı alacak olandır”, demişti.

ABD temsilcisi Mr. Grew İsmet Paşadan sadece Musul petrol havzalarını işletme imtiyazı talebinde bulunmamış ve bu konuda müspet bir vaade muhatap olmakla da kalmamıştı. O aynı zamanda bir kısmı İstanbul’da bir kısmı İzmir’de bulunacak ve devlet hizmetinde çalışmak ve Adalet Bakanlığı’nın yapılanmasına katkıda sağlayacak bir dizi danışmanın Türkiye’ye kabul edilmesini de istemiş ve pek tabii ki İsmet Paşadan bu konuda da müspet bir cevap almıştı. İsmet Paşanın kendisine karşı samimiyet ve tam bir aleniyet içerisinde sergilemiş olduğu söz konusu kabulünden ötürü Mr. Grew da İsmet Paşaya teşekkürlerini arz etmekten geri kalmamıştı.

Lozan Konferansı’nın ele aldığı konulardan birisi de savaş öncesi verilmiş olan imtiyazlar meselesiydi. İsmet Paşanın, Büyük Millet Meclisi’ndeki Musul, Kerkük ve Süleymaniye milletvekillerinin varlığına işaretle zikri geçen beldelerin Türkiye tarafından idare edilmesinin istendiği yolundaki söylemi İngiltere ve Fransa tarafından tam bir “komedi” olarak değerlendirilmiş olduğundan imtiyazlar konusunun görüşülmesine devam edilmişti. Neticede İsmet Paşa, prensip olarak, savaş öncesi tanınmış olan tüm sözleşme ve imtiyazları, hususiyle de Turkish Petroleum Company imtiyazını, kabul etme vaadinde bulunmuştu. Tam selahiyetli temsilci olarak o, eski imtiyaz ve sözleşme sahiplerine ya tazminat ödenmesi veya yeni imtiyazlar verilmesi konusuna rıza göstermişti. Ancak İsmet Paşa, bulunduğu feragatin önemini sonradan daha iyi kavramış olmalı ki, Mr. Grew’dan yardım istemiş ve ertesi gün yapılan görüşmelerde, yegâne mevcudiyetleri petrol olan ABD temsilcisi, Mr. Grew’nun itirazları neticesi Turkish Petroleum Company maddesi uzlaşılan konular haricinde bırakılmıştı.

Hakikaten de Lozan görüşmeleri sırasında ABD Türkiye’nin karşısında yer almamış, bilakis Türkiye, ABD ve Rusya, ortak menfaatler yolunda, birlikte hareket etmişlerdi.

Lozan’daki siyasi birliktelik esasen daha evvelce Rusya ile savaş sahasında da gerçekleşmişti.

Ermeniler tarafından Mayıs 1918'de Ermenistan'ın Rusya bölümünde bağımsız bir Ermeni Cumhuriyeti kurulmuş, Rusya, Amerika Birleşik Devletleri ve Müttefikler tarafından bu siyasi ve idari yapı egemen ve bağımsız bir ulus olarak tanınmıştı. Sevr Antlaşması ile de Ermenistan Cumhuriyeti'ne Türkiye’nin Doğu’daki sınır vilayetlerinden dördü ilave edilmişti. ABD Başkanı Wilson’un tanımlaması ile bu dört vilayet "Wilson Ermenistan’ı" olarak vasıflandırılmıştı. Ancak Aralık 1920'de Türk Milliyetçilerinin ve Rus Bolşeviklerinin ortak eylemi ile bağımsız Ermeni Cumhuriyeti işgal edilmiş ve söz konusu vilayetlerden bir kısmı Türkiye’ye devredilmiş, geri kalanı ise Sovyet Cumhuriyeti’ne dönüştürülerek Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’ne katılmıştı.

Rusya bir tarafa ama, galiba Türkiye ile savaşmadığı halde ikili ilişkiler ve elde ettiği kazançlar noktasında ABD, Rusya’ya nispetle, en ziyade karlı devlet olmuştu.

Lord Robert Cecil’in söz konusu bayanı esasen doğruydu. Mezopotamya, hususiyle de elde etmek için onca emek sarf ettiğimiz Musul petrollerinden istifade eden devlet sadece İngiltere olmamıştı. İngiltere için olduğu kadar ABD için de kendilerini feda etmiş olan Ermeniler sayesinde ABD Musul petrollerinin yüzde yirmi beşini elde etme hakkı kazanmıştı. Ancak ABD, Musul'da var olan nispette petrolün bulunduğu “Wilson Ermenistanı”nı Türkiye’ye bırakırken, aynı zamanda bir Amerikan şirketler grubunun, Türkiye'den imtiyaz elde etmek suretiyle, söz konusu vilayetlerdeki petrolü işletebilmesi için Türkiye ile ABD arasında imzalanan Dostluk ve Ticaret Antlaşması'nın onaylanmasını arzu etmişti. Diğer bir deyişle, ABD Hükümeti sadece Musul petrolünden pay elde etmekle kalmamış, fakat aynı zamanda söz konusu dört vilayetin üçünde var olan petrol yataklarının ABD’li bir grup petrol spekülatörünün elinde olması için de çabalamıştı.

ABD’nin Doğu vilayetlerinde bulunan petrolleri işletmek üzere nasıl bir siyasi formül izlemiş olduğu da hakikaten hem önemli hem de oldukça düşündürücü bir durum olmuştu.
Söz konusu siyasi formülün özet suretindeki mahiyeti şuydu:
Daha evvelce de zikredildiği üzere, Sevr Antlaşması vesilesiyle Müttefikler kendi aralarında kaleme aldıkları bir anlaşma ile Doğu’da olup Türkiye’ye ait bulunan dört vilayeti Ermenilere tahsis etmişlerdi. Lozan Antlaşmalarında ise Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınır belirsiz bir surette bırakılmış ve bu suretle devletler Sevr Antlaşması'nın bu özel hükmünü yürürlükten kaldırmaktan kaçınmışlardı. Standard Oil Company ise Amerika Birleşik Devletleri ile Türkiye arasında Lozan'da imzalanan Dostluk ve Ticaret Antlaşma’nın onaylanmasını istemekteydi.

Antlaşmanın imzalanarak yürürlüğe girmesi halinde ABD tarafından bölgesel statüko veya Türkiye'nin tanınması söz konusu olacaktı. Böylece söz konusu dört vilayetin Ermenistan’a terki veya Türkiye’ye verilmesinin Ermenilerce tanınmayarak reddi veya söz konusu petrol havzaları üzerinde herhangi bir Ermeni iddiası yahut hakkı kalmayacaktı. Dolayısıyla da Standard Oil şirketi Türk Hükümeti'nden “Wilson Ermenistanı”ndaki petrol havzalarının işletme hakkını talep etme imkânına kavuşacaktı.

Standard Oil şirketi Yönetim Kurulu Başkanı Alfred C. Bedfor’un beyanına (1922) ve tabii ki ABD belgelerine göre Doğu’da bulunan üç ilimiz, Erzurum, Van ve Biltis, tam bir petrol cennetiydi.
ABD resmi belgelerine göre Mezopotamya petrol yataklarının yanı sıra, en yoğun ilgiyi çeken, Erzurum, Van ve Bitlis en geniş Türk petrol bölgesiydi.

Coğrafi olarak Güney İran petrol bölgesinin devamı olan Mezopotamya petrol bölgesine paralel bir surette uzanan bu üç vilayetteki petrol yatakları, Bakü'ye kadar uzanan Kuzey İran petrol tabakalarının bir uzantısı halindeydi. Yaklaşık 220 millik (354.056 km’lik) bir alanı kaplamakta ve petrolün yüzeye çıktığı yerler sayısı her iki bölgede de hemen hemen aynıydı. Doğu illerimizdeki bu petrol yatakları, Avrupa'ya yakın ve el değmemiş, bilinen en son bakir petrol sahalarıydı… Üzerinde durulması gereken diğer bir faktör ise, bu petrolün Mezopotamya petrolünün tehlikeli bir rakibi olma olasılığıydı. Dolayısıyla da bu iki bölge şayet işletilecek ise muhalif petrol grupları tarafından kontrol edilmeliydi. Çünkü Erzurum vilayetinde üretilen petrolün ana çıkış noktası Karadeniz’deki bir liman olacakken, ana üretim merkezinin Van olması umulan Van ve Bitlis vilayetlerindeki petrol ise Akdeniz'e daha kısa mesafeden taşınma avantajı olması dolayısıyla Mezopotamya petrolünden daha fazla avantaj sağlayacaktı...

Söz konusu petrolün varlığına vakıf olan Elliott Grinnell Mears de bu konuya temas etmiş ve "Modern Türkiye" adlı eserde şunları yazmıştı:

Türkiye'nin bugünkü sınırları içinde Van, Bitlis ve Erzurum vilayetlerinde, kamuoyunun çok az dikkatini çeken, ancak Musul bölgesi kadar zengin olduğuna karar verilen geniş petrol yatakları bulunmaktadır. Coğrafi olarak bunlar Trans-Kafkasya’nın veya kuzeydeki Fars tabakalarının devamıdır. Tek başına Türkiye'de yaklaşık 225 millik (362.102 km’lik) bir mesafeye uzanır. Bu bölgenin böyle bir zenginliğe sahip olduğunu öğrenmek çoğu insanı şaşırtacaktır...

Louis Fisher de “Petrol Emperyalizm” adlı eserinde (s. 138, 139) aynı konuya temasla diyordu ki:
Socony (Mobil Petrol şirketi) özellikle Türkiye ile ilgileniyor. Bazı nedenlerden dolayı Standart, tüketici olarak değerini çok aşan Türkiye pazarına önem vermektedir.

Yine konuya dair Manchester Guardian Commercial'ın özel bir muhabiri de şu beyanıyla aynı konuya temas etmişti:
Amerikan standartlarına göre, ciro (Türkiye petrol piyasasında) oldukça önemsizdir. Gözlemciler, Standard Oil'in Asyai Türkiye pazarına hak ettiğinden çok daha fazla önem verdiğini ve Anadolu'da kendini güçlendirmek için başka alanlarda da büyük fedakârlıklar yapmaya hazır göründüğünü belirtiyorlar. Endüstriyel olmayan bir ülke Rockefeller'ın harcamalarının küçük bir kısmına karşılık gelmesi halinde ya da sarf ettiğine değemeyecek bir çaba gerektirmesi durumunda makul olmaz. Dolayısıyla bu durum, diğer gerçeklerin teyidine yardımcı olduğu, bir şüphenin uyanmasına sebebiyet vermektedir. Standardın, şu anda Ankara veya Musul'da, yönetilen bölgelerdeki petrol kaynakları için bir sömürü imtiyazı elde etmek amacıyla Türkiye'de daha çok bir rıhtım inşa etmek istediğine dair şüpheler bulunmaktadır. Standart yöneticilerinin Anadolu köylülerine fazladan birkaç bin ton petrol satmakla ilgilendikleri için İngiltere ile Türkiye arasındaki Musul sınır anlaşmazlığına tatmin edici bir uzlaşma çözümü sağlanabilir. Ne olursa olsun, Socony (Mobil)'in Türkiye pazarındaki hâkimiyetini sürdürmeye kararlı olduğu bir gerçektir. Amerikalıların Türkiye'de Ruslarla ortak bir petrol tasarruf hakkı konusundaki ısrarı, Sovyet diplomasisinin önemli mülahazalarını içeriyor ve Standart başka bir yerde tazminata rıza göstermedikçe Moskova'nın bunu kabul edip edemeyeceği oldukça şüpheli… Standard Oil Company bu petrole büyük bir iştaha duymaktadır. Ayrıca bu günlerde ABD Senatosu tarafından Dostluk ve Ticaret Antlaşması’nın onaylanmasının hemen sonrasında, Türkiye tarafından Standard Oil Company'ye imtiyaz verilmesi için Standard Oil Company ile Türkiye arasında görüşmelerin yapıldığı da kesin bir bilgi olarak bilinmektedir…

Manchester Guardian Commercial'ın özel muhabirinin bahsini ettiği söz konusu Dostluk ve Ticaret Antlaşması 6 Ağustos 1923’te Lozan’da İsmet Paşa ile ABD gözlemci grubu başkanı Mr. Grew arasında imzalanmıştı.Bu antlaşmanın ivedilikle onaylanması ABD Dışişleri Bakanlığı’nca ısrar ve hararetle talep edilmiş olmasına rağmen ABD’deki Ermeni lobisi tarafından onaya muhalefet edildiği için ABD Senatosu’nda kabul için gerekli çoğunluk sağlanamamıştı.

Fakat hemen belirtmek gerekir ki 1923’te söz konusu antlaşma onay bulmamışsa da 1927 yılında benzeri bir antlaşma Türkiye ve ABD arasında imzalanarak yürürlüğe girmişti.

Son olarak belirtilmesi gereken bir diğer husus ise Erzurum’da sadece petrolün olmadığıdır. Petrol’e ilaveten sair madenlerin de bulunduğu ve hususiyle Erzurum-Hasankale arasında kömür madeninin olduğudur. Öyle ki bir zamanlar buradan Rusların, akabinde ise 250 kişi çalıştırmak suretiyle Mustafa Kemal’in kömür üretimi sağladığı yine ABD vesikalarda kayıtlıdır.

Bütün bu anlatılanlar ABD diplomatik arşiv belgelerinde yer alan bilgilerdir.

Kim bilir belki doğrudur belki de yalandır. Super Haber

Editör: Wan Haber