Mısır başta olmak üzere Ortadoğu coğrafyasında çok keskin dönüşümler oluyor, Mısır Devrimi’nin ikinci yılında seçimle başa gelen iktidar baş aşağı ediliyor, bütün bölge özgürlük ile statünün çekişmesine sahne oluyor.
 
Ve Türkiye bütün bu gelişmelerde iddia ettiği gibi lider olamadığı, inisiyatif koyamadığı gibi, çoğunlukla gelişmeler tarafından farklı yönlere sürükleniyor. Çünkü aklın ya da ilkenin gereğini yapmıyor, günlük çıkar ve beklentilerin gereğini yerine getiriyor.
 
Türkiye Cumhuriyeti’nin ve onun hükümetleri ve bürokrasisinin dış politikası aslında iç politikadır. Yani içe dönük, içe yöneliktir ve hükümet ile devletin içerideki sorunlarını çözmede, ona meşruiyet kazandırmada bir araçtır. Türkiye dış politikasını şekillendiren de hükümetin içerideki, ülke sınırları içindeki ihtiyaçlarıdır. Bu yüzden de iç politika kadar ilkesizdir. Bırakın barış ya da dayanışma gibi amaçları, bu ülkenin dış politikası savaşı sık sık açıkça talep eder, ister, savaştan beklentisi olur. Ama işte sonra da duvara toslar.
 
Evet, Türkiye Başbakanı yaptığı her konuşmada Mısır’ın darbeci komutanı Sisi’yi eleştiriyor, ona sesleniyor ve “seçilmişleri tutuklayamazsın, müdahale edemezsin” diyor. Aslında Başbakan haklı, dünya demokrasisinin geldiği noktada, asker ya da başka bir güç halkın seçtiklerini, halkın iradesini yok sayamaz.
 
Ancak dünya demokrasisinden Türkiye’nin içlerine yöneldiğimizde cezaevlerinde  6’sı  Kürt hareketinden olmak üzere 8 milletvekili ve yine Kürtler’in oyları ile seçilmiş çok sayıda belediyeci ve sivil toplum örgütü yöneticisi tutsak görüyoruz. Tutuklu gazeteci ve hukukçuların durumu da bu manzarayı pekiştirmektedir. Bu manzara Türkiye iç politikasını tarif ettikçe, Başbakan’ın ülke sınırları dışındaki özgürlük ve demokrasi karşıtı tutumlara ilişkin söylemleri  önemsenmeyecek, dünya kamuoyu bu söylemlerin ardında kimi çıkar hesaplarını arayacaktır. Bunun böyle olduğu Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin Suriye politikasında net olarak görülmüş ve Türkiye Suriye politikasının bedelini ödemeye başlamıştır. Vekilleri kendi özel talimatıyla içeride tutan bir Başbakan’ın özgürlük ve demokrasi nutukları sadece dışarıda değil kendi yurttaşları tarafından da ciddiye alınmaz ve gitgide yalnızlaşan hükümet bir süre sonra içeride de dışarıda da meşruiyetini yitirir.
 
Başbakan eğer gerçekten gelişmiş bir ülkenin başbakanı olduğuna inanıyor ve o saikle hareket ediyorsa önce kendi ülkesindeki haksızlığı görmeli ve ifşa etmeli, böylece de dış politikasına ilke ve meşruiyet kazandırmalıdır.
 
Başbakan’ın hele bir danışmanı var ki tam anlamıyla bir provokatör.  Kürtler’in kurum ve kuruluşlarına hatta partisinin eş başkanına hakaret etme lüksünü kendinde görüyor. Bu şahsın görevi  Başbakan’a bilgi vermek mi,  yoksa halkları bir birine kışkırtmak mı, artık bunun netleşmesi lazım.
 
Böylesi hareketli bir konjonktürde, eğer önemli bir aktör olmak istiyor ve gelişmelerin dışında kalmak istemiyorsa hükümetin ünlü filozof Kant’ın da işaret ettiği gibi “öyle davranması gerekiyor ki davranışının ilkesi genel bir yasa olabilisin.” Yani hükümet kimi ülkelerdeki olaylara ilişkin karşı çıkışlarının kabul görmesini istiyorsa, kendi ülkesinde de uluslararası platformda tarif ettiği gibi davranmalıdır.
 
Kürt sorununda demokratik çözüm ve barış artık TC hükümetinin dış politikasının gereğidir.