Kürt Hareketi’nin tarihinde Osman Öcalan ve arkadaşlarının ayrıştığı dönemden sonra kurulan Kongra Gel, ilk kongresini 27 Ekim-6 Kasım 2003 tarihleri arasında yaptı. Kuruluş gerekçesi şöyle açıklanıyordu: “Yeni sisteme denk düşen bir örgütsel yapılanmanın yolunu açacak; kapsayıcı, demokratik, özgür katılıma imkan veren, Leninist parti etkilerini aşan, bu temelde Kürtleri temsil edebilecek, uluslararası kriterlere uygun, meşru, demokratik ve yasal siyaset yapabilen bir muhataplığı geliştirecek bir yapılanma.”

Daha açık bir ifadeyle Kongra Gel’i Kürt Hareketi’nin toplumsal tabanlı örgütü olarak tespit etmek yanlış olmaz. İçinde irili-ufaklı pek çok örgüt yer alıyor. Öcalan’ın önerdiği ‘Demokratik Konfederalizm’ ilkelerini benimseyen Kongra Gel’in eşbaşkanlıklarını 1994’ten beri Brüksel’de yaşayan Remzi Kartal ile Kandil’de uzun yıllardır PKK içinde yer alan Hacer Zagros yapıyor.

Remzi Kartal politik çalışmalarını Brüksel’deki Kürdistan Ulusal Kongresi (KNK)’de sürdürüyor. Brüksel’in en merkezi yerinde tarihi bir binada konuşlu KNK; Kürt Hareketi’nin Avrupa’daki en önemli lobi merkezi. KNK merkezinde Öcalan fotoğraflarının asılı olduğu odasında NOKTA’nın sorularını yanıtlayan Remzi Kartal’ı Türkiye siyaseti de yakından tanıyor.

1991’de SHP’den Van Milletvekili seçilen Kartal, DEP’lilere yönelik tutuklamalar nedeniyle yurtdışına çıkmak zorunda kaldı. O tarihten beri Kürt Siyasal Hareketi’nin pek çok kademesinde yer alan Kartal; şu anda hareketin Avrupa ayağının en önemli isimlerinden biri. İşte Remzi Kartal’ın NOKTA’ya yaptığı önemli açıklamalar:

SAVAŞI ERDOĞAN BAŞLATTI

– Çözüm süreci sadece Kürt halkında değil, Türkiye’nin batısında da çok büyük bir umut yaratmıştı. Dolayısıyla ilk defa PKK’den bu kadar ciddi bir beklenti var. Siz bu savaşın ne zaman biteceğini düşünüyorsunuz?

Remzi Kartal: Bu savaş; Kürtleri yok sayan ve Kürtlere karşı zoru esas alan devlete karşı sürdürülüyor. Devlet bu savaşı sürdürdüğü sürece, savaş sürecek. Politikasını değiştirip savaş yerine barışı, diyalogu ve müzakareyi esas aldığında savaş bitecek. Savaşı başlatan da, sürdüren de devlettir. Devletin 100 yıllık savaşına karşı Kürtler hep isyan etti. Son isyan PKK’dir. PKK isyanının silahla bastırılması için devlet her şeyi yaptı.  Kısacası bu savaş Kürtler özgürleştiği zaman biter.

– Geride bıraktığımız 2.5 yıl içinde herkesin özellikle Türkiye solundan bazı kesimlerin PKK’ye ‘uzlaşmacı’ olduğuna dair eleştirileri vardı. Hatta bazı kesimler 7 Haziran’dan sonra HDP ile AKP’nin işbirliği yapacağını sanıyorlardı. Bugünkü durumu nasıl değerlendirmek lazım?

Evet o tespit doğrudur. PKK esnek bir harekettir. İlkelerde kararlıdır taviz vermez ama mücadeleyi geliştirmek, toplumsal değişim-dönüşümü ilerletmek konusunda zaman zaman esnemeler yapar. Bu PKK’nin mücadele tarzına, diyalektiğine dayanıyor. PKK zaman zaman bunu yapmıştır, çözüm sürecinde de yaşanan budur.

7 Haziran sonuçları da, PKK’nin bu esnek mücadele tarzının nasıl olumlu gelişmeler yarattığını ortaya çıkardı. PKK bu esnek yaklaşımları gösterirken AKP’ye genel ilkelerde ödün vermemiştir. Tam tersine gelinen süreçte zorlanan ve kaybeden AKP olmuştur.

Kazanan ise hem PKK hem de Kürdistan özgürlük mücadelesi hem Türkiye halkları oldu; çünkü bütün ezilenlerin ortak paydada bir araya geldiği bir örgütlenme yaratıldı. Bütün bunlar Türk solunun katı dogmatik yapısından dolayı yapamadığı ama PKK’nin esnek taktik yaklaşımının ürünüdür.

Ama gelinen aşamada AKP, daha doğrusu Erdoğan artık İmralı sürecinin kendisine yaramadığını gördü. Yoksa süreci bitiren PKK değildir. PKK bütün eksiklerine rağmen sürecin sürmesindan, silahların patlamamasından yanaydı. Dolmabahçe mutabakatından sonra Newroz açıklaması yapıldı.

Newroz’dan sonra da gözlemci heyetle adaya gidilmesi bekleniyordu. Onların gidişiyle de Kürt Halk Önderi Öcalan PKK’ye Türkiye’ye karşı silah kullanmama temelinde kongreyi toplama çağrısı yapacaktı ve bu kongre gerçekleştirilecekti. Ama sürecin kendisine hizmet etmediğini gören Erdoğan alelacele topyekun bir savaş başlattı. Seçim sürecinde yaşananlar biliniyor. HDP’ye yönelik bir savaş yürüttü ve aslında şu an yaptığını  o zaman yapmak istedi. Daha sıcak bir savaş istedi.

REMZI KARTAL 05– Özellikle Ağrı provokasyonuyla değil mi?

Evet. Ama halkın ve gerillanın sağduyusuyla bu provokasyon aşıldı. En sonunda Amed’deki mitinge bombalı saldırı bu provokasyonlar zirve yaptı. Amed’de (Diyarbakır) de yine halkın sağduyusuyla büyük bir katliam önlendi. Ama 7 Haziran seçimlerinden sonra AKP, bu kez orduyu yanına alarak savaş başlattı.

Pirsus’ta (Suruç) yaşanan katliam; MİT’in kontrolünde gerçekleştirildi, o DAİŞ’çi (IŞİD) MİT’in güdümünde bir unsurdu. Zaten Hakan Fidan daha önce söylemişti, ‘Üç beş füze attırırız’ diye. Keza Kilis’teki subayın öldürülmesi de yine MİT’in kontrolünde bir eylemdir. Bu temelde DAİŞ’e karşı saldırı görüntüsü altında aslında PKK’ye karşı topyekun bir saldırı başlatılmıştır.

Yani PKK bu kadar taktik yaptı niye şimdi bu kadar kapsamlı bir savaş başlattı sorusu yerinde değil. Çünkü savaşı başlatan PKK değil, Erdoğan’dır ve bu savaşı da Türkiye’nin çıkarları için değil, kendi çıkarları için başlatmıştır. Kendi sarayını kurtarmak, Türkiye kamuoyunu baskı altına almak için.

– Suruç ve Kilis’e MİT eylemi diyorsunuz ama Ceylanpınar eylemi de hala şaibeli?

Oradaki yerel birimlerin inisiyatifi denildi ancak benim kişisel olarak yerel birim kimdir, bilgim yok. Yine de PKK’nin dış ilişkiler komitesinden yapılan açıklama örgütümüzü bağlayacıdır. O açıklama da “Bizim böyle bir eylemimiz yok, bizim adımıza verilmiş bir talimat yok” şeklindedir. Bu provokatif bir eylem midir yoksa oradaki bazı gençlerin kendilerini örgütleyerek yaptığı bir şey mi şu anda net değil. Ama netliğe kavuşacak.

AKP’NİN SALDIRILARINA HAZIRDIK

– Kamuoyunun aslında merak ettiği şu: PKK’nin geride bıraktığımız zaman dilimi içindeki uzlaşmacı dili, bir nevi alttan alan üslubu dikkat çekiciydi. Çünkü aslına bakarsanız, biz gazetecilerin de bildiği oldukça ters şeyler de yaşandı süreçte. Özellikle Öcalan’ın bazı verilen sözlerin tutulmamasına rağmen, sürekli yeni şeyler önermesi dikkat çekiciydi. PKK’nin devletin saldırılarına bu kadar hızlı ve net cevap vermesi, misilleme adı verilen eylemlerin anında gerçekleştirilmesi bu saldırıları beklediğinizi mi gösteriyor?

Sorunuzun ilk bölümünden başlarsak: evet PKK’nin dili gerçekten uzlaşmacıdır. Yani gelişmeyi yaratmak, devam ettirmek , devrimci mücadelenin akışını sağlamak açısından bu tarza sahiptir. Bahsedilen üslup, tarz buna hizmet eder. Bu gelişmenin olması halinde aynen bunlar geçerlidir.

Fakat artık net olarak devlet sürecin karşısında tutum almışsa, bizim tutumumuz aynı şekilde nettir. Şu anda devlet dağlara, ovalara, köylere, coğrafyaya, insanlara, siyasi partiye, belediyelere, gerillaya, cenazelere, sivil toplum örgütlerine, Türkiye’deki bütün muhalif siyasi çevrelere baskınlarla, infazlarla saldırılarını en üst düzeye çıkarmış durumda.

O zaman PKK’nin yapması gereken bu topyekun savaşa karşı halkı savunmaktır. Doğayı, halkı, siyasileri, gerillayı, devrimci-demokrat güçleri yani her alanda Türkiye halklarını savunmak. Bu yönlü hem dağda hem şehirlerde hem ilçelerde hem köylerde topyekun direniş yapmak.

Erdoğan’ın savaşı konusunda halkı doğru motive etmek, süreci doğru anlatmak ve sürecin kavranmasını sağlamak. PKK bu saldırıları durdurma konusunda da nettir. PKK halkımıza yönelik topyekun savaşa karşı her zaman öngörülü bir şekilde kendisini hazırlıklı tutar. Yani bir taraftan konsepti yürütürken, diğer taraftan da bu konseptin değişmesi halinde kendi hazırlığını sürekli bir şekilde yapar.

Zaten AKP’nin, Erdoğan’ın çözüm eksenli bir süreci götürmediği biliniyordu. Buna rağmen kamuoyu yaratmak, barış-demokrasi ve özgürlük isteyen çevrelere açılmak ve HDP’yi yaratmak için bu süreç geliştirildi. Geçmişte daha uzlaşmacı, alttan alan bir üslubu vardı diyorsunuz ya, o dönemin ruhu onu gerektiriyordu. Ama şimdi topyekun savaşa karşı üslup da karşı tarafın anlayacağı netlikte olmalıdır.

REMZI KARTAL 03TEK TARAFLI ATEŞKES, ERDOĞAN’A YARAR

– Tam burada özellikle son çatışmalı süreç başladığından beri, Türkiye kamuoyunda savaşın iki tarafına değil, PKK’ye yönelik silah kullanmama, silah bırakma çağrıları yapılıyor. Ve bunu yapanların arasında HDP’ye yakın olduğu düşünülen isimler de var. Bu çağrıları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Biz halkımızın duygularını anlıyoruz. Halklarımız haklıdır, kan durmalı, barış sağlanmalı. Bu beklentideyken böyle bir topyekun savaşın başlaması, kamuoyu açısından şüphesiz ki zorlayıcı. Biraz gerçekçi bir gözle bakıldığında savaşı başlatanın devlet ve devleti koordine edenin Cumhurbaşkanı Erdoğan olduğu biliniyor.

Tarafsız bir gözle bakılırsa, ateşkes çağrısının doğrudan devlete yapılması gerektiği görülür. Ve bu temelde de iki tarafa da savaşın durdurulması, ellerin tetikten çekilmesinin çağrısının yapılması gerekir. Bu yerinde bir çağrı olur, değerli bir çağrı olur, onurlu bir çağrı olur. Birçok aydın, akademisyen, sivil toplum örgütü de bunun gibi çağrılar yaptı, yapıyor. Biz bunlara oldukça değer veriyoruz.

Fakat bizim de yadırgadığımız, hatta HDP’ye yakın olduğunu sandığımız çevrelerin sadece PKK’ye çağrı yapması. Bu son derece yanlış, son derece anlamsızdır. Şunu çok açık net ifade edelim: Varsayalım PKK onların dediğini esas aldı ve tek taraflı ateşkes yaptı, elini tetikten çekti. Olacak olan nedir biliyor musunuz?

AKP ve Erdoğan’ın yürüttüğü bu faşist saldırı dalgası, herkesi susturacak, baskı altına alacak, güvenlik politikaları adı altında konuşan herkes susturulacak. Çünkü PKK’ye ‘dur’ demek sadece dağlara sus demek anlamına gelmiyor; PKK sokakta da var, mitingde de var, yürüyüşte de var. PKK sadece dağlarda silahla savaşmıyor.

Bu tam da Erdoğan’ın istediği şeydir. Böyle bir durumda Erdoğan 7 Haziran’da elde edemediği sonuçları, önümüzdeki erken seçimde kolaylıkla elde eder. Zaten bu savaşı da bunun için başlattı. Dolayısıyla tek taraflı ateşkes çağrısı yapanların isteklerinin hayata geçeceğini varsayarsak, bu doğrudan Erdoğan’a sultanlık sistemini oluşturabilmesi için istediği kamuoyunu yaratmasına hizmet edecektir. Onun için tek taraflı çağrılar çok tehlikelidir.

– Peki yapılması gereken ne sizce?

Yapılması gereken geçmişten ders almaktır. Geçmiş nedir? Geçmiş direniştir. Devletin inkar eden güvenlik eksenli politikalarına karşı direnen bir mücadeleyle bu politikalar değiştirildi ve devlet giderek bu politikalarda geri adım atmak zorunda kaldı. Şimdi yapılması gereken devlete “Hayır, siz bu politikalarla başaramazsınız” demektir.

Zaten başarmaları mümkün değil. AKP de, Erdoğan da, ordu da bunu biliyor. Yani geçmişte dünyada uluslararası ve bölgesel ittifaklar onlarla beraberdi, Türkiye’nin içerisinde bu kadar duyarlılık yoktu, Kürt halkının mücadelesi bu kadar önemli bir düzeye ulaşmamıştı.

O zaman başaramadılar, şimdi nasıl başaracaklar? Şimdi Türkiye devleti ve özelde de Erdoğan ile hükümeti uluslararası anlamda çok sıkıntılı zamanlar yaşıyor. Türkiye’nin içerisinde kendisine karşı yükselen bir muhaelefet var. Ortadoğu’da ilişkileri perişan. İçeride ve dışarıda daralan bir AKP siyasetinin ve Türkiye devletinin, bugün  Kürt özgürlük mücadelesine karşı sonuç alması, başarılı olması mümkün değil.

ERKEN SEÇİMDE AKP OYLARI DÜŞECEK

– Peki madem onlar da bunu biliyor diyorsunuz, bu savaşı neden istiyorlar?

Bu savaşla amaçları görünüşte PKK’yi ama esasta siyasi alandaki özdeş örgütü olarak lanse edilen HDP’yi hırpalamak, HDP’yi zorlamak. Ve HDP’yi daraltarak 7 Haziran seçimlerinde elde edemediğini, önümüzdeki seçimde kazanmak. Yoksa bu savaşla ne PKK’yi bitirebilirler, ne PKK’ye darbe vurabilirler. İstedikleri kadar Kandil’i bombalasınlar.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en ağır bombardımanı yaşanıyor, ama sonuç ortada. Bu bombardımanlar sadece Türkiye kamuoyunun gözünü boyamaya, aldatmaya yöneliktir. TC’nin uçakları oraya büyük bir maliyetle yağdırdıkları bombalarla, Türkiye halkının parasını, kaynaklarını heder ediyor. Erdoğan bu politikalarla siyasi intiharını hazırlıyor. Göreceksiniz; AKP 7 Haziran seçimlerinde ortaya çıkan tablodan daha aşağıya gidecek.

– Önümüzde belli ki bir olası erken seçim var. Fakat çözüm sürecinden önceki seçimlerde; PKK’nin ateşkesleri her zaman AKP’nin işine geldi. Ama şimdi seçime savaş ortamında girmek istiyor. Geçmiş yıllardaki seçimlere dair AKP’nin çatışmasızlıktan memnuniyetine dair bizimle neler paylaşabilirsiniz?

Ben daha da geriye gideyim. PKK, 1 Haziran 2004 hamlesiyle yeni bir süreç başlattı. Ve o süreçten sonraki seçimlerin tamamı çatışmasızlık ortamında geçti. 2007 genel seçimleri, 2009 yerel seçimleri, 2011 genel seçimleri, 2014 yerel seçimleri, Cumhurbaşkanlığı seçimleri, referandum ve 2015 genel seçimleri.

Bir şey daha var: 2006 yılından itibaren PKK’ye yapılan bir çağrı var. 2006’nın 15 Ağustos günü ABD Beyaz Saray sözcüsü şu çağrıyı yaptı: “Bugün PKK’nin 15 Ağustos atılımın 22. Yıl dönümü. Biz buradan PKK’ye çağrı yapıyoruz, bu iş silahla çözülmez, diyalogla çözülür. Ateşkes yapılsın, silahlar sussun.” Aynı çağrı Barzani’den, uluslaarası kurumlardan ve MİT’ten de geldi. Ve bunun sonucunda da 1 Ekim’den itibaren Başkan Apo ateşkes çağrısı yaptı.

Bu süreci iyi anlarsak, şimdiki tabloyu daha iyi anlarız. Çünkü sorunuz çok önemli. AKP bu ateşkeslerden yararlandı, neden o zaman riayet etti, neden şimdi savaş istiyor. Geçmişte AKP’nin ateşkese ihtiyacı vardı, o zaman uluslararası güçler de AKP’yi destekliyordu. Çünkü AKP’nin bir ordu-iktidar mücadelesi sorunu vardı. Askeri vesayeti aşmak istiyordu. Ara dönemlerde zaman zaman bozulsa da AKP’ye uluslararası güçler destek verdiği sürece seçimler sürekli ateşkes koşullarında gerçekleşti.

HER SEÇİM ÖNCESİ ÖCALAN’A GİTTİLER

– Askeri vesayetin yok edilmesinde PKK’nin bir şekilde yardımı mı oldu diyorsunuz?

Şüphesiz ki büyük yardımı oldu ilan ettiğimiz ateşkeslerin. Her seçimde devlet-hükümet-AKP zorlandı ve Kürt Halk Önderi Öcalan’a müracaat etmek zorunda kaldı. Onun dışında bu süreçte Kürt Hareketi ve Önderliği süreci değerlendirdi. 2007 seçimlerinde yüzde 10 barajına rağmen Meclis’te bağımsız milletvekillerinden bir grup oluştu.

Bu önemli bir mevziydi. 2009 yerel yönetim seçimlerinde bizi hezimete uğratmak isterlerken, BDP belediye sayısını yüzde 100 artırdı. 2009 yılının 14 Nisan’ından itibaren ‘siyasal soykırım’ dediğimiz KCK operasyonları başladı ama bir taraftan da İmralı’daki görüşmeler hızlandı.

Ateşkes dönemleri hareketimiz tarafından da  doğru değerlendirildi. Bütün bunlar önderliğimizin ve hareketimizin elini güçlendirdi. Yani sadece süreci değerlendiren, istifade eden AKP değildi. Çünkü ateşkes süreçleri Kürdistan Özgürlük Mücadelesi’ni büyüttü, mücadeleyi Kürdistan’dan çıkartıp Türkiye’yle buluşturdu. HDP projesiyle demokratik ulus paradigması Türkiye’de ve Rojava Devrimi’yle Ortadoğu’da yeni bir ufuk açtı.

AKP şimdi ateşkes sürecinin kendisine yaramadığını düşünüyor.  Çünkü bu dönemde üzerine düşe demokratikleşmeyi sağlamadı; aksine hırsızlıklarla, yolsuzluklarla, antidemokratik baskıkalrla, tekçi yaşam tarzlarıyla, imparatorluk hevesleriyle faşizan bir toplum dayattı ve bütün bunlar AKP’ye kaybettirdi. AKP sürecin kendisine kazandıramdığını görünce, ‘U’ dönüşü yaparak tekçi inkar  sürecine döndü. Ama geçmiş olsun, artık atı alan Üsküdar’ı geçti.

– Peki siz Kürt Özgürlük Hareketi olarak, geçmişi Milli Görüş geleneğine dayanan, kendi içlerinde darbe yaparak partileşen bir geleneğin temsilcisinin Kürt sorunu gibi kangren haline gelmiş bir sorunu çözemeyeceğini zaten bilmiyor muydunuz?

Şüphesiz ki biliyorduk. Bunu önderliğimiz görüşme notlarında sürekli ifade ediyordu. Biz de hareket olarak kamuoyuna deklare ettiğimiz açıklamalarda bunu sürekli ifade ettik.

– Peki buna rağmen neden AKP ile görüşmeler yapıldı?

Çünkü AKP’yi seçen biz değiliz, AKP Türkiye toplumunun realitesidir. Biz hareket olarak Kürt sorununun çözümünün yasal/anayasal statüye kavuşturulmasını istiyoruz. Bizim muhatabımız hükümettir, Türkiye halkının seçtiği siyasi iktidardır. Yoksa AKP’yi biz tercih ettiğimiz değil, keşke daha demokratik bir seçenek olabilseydi.

Ama biz mücadelemizle Türk ve Kürt halklarını buluşturarak bir alternatif geliştirdik ve AKP’ye ilk büyük yenilgiyi tattırdık. Bu yenilgi bundan sonra da devam edecek, grafiği hep aşağı doğru gidecek. Türkiye’de AKP ile MHP’nin oluşturduğu savaş cephesine karşı; çok güçlü bir barış ve demokrasi cephesini örecek yeni bir sürece girmiş bulunuyoruz.

– Yeni süreç biliyorsunuz, İncirlik Üssü’nün açılmasıyla başladı. Ama bir yandan da Türkiye İran’ın nükleer hamlesine karşı da bir hamle yapmak istedi. AKP’nin uluslararası koalisyona evet dedikten sonra, biz DAİŞ’e karşı kaç saldırı yaptığını bilmiyoruz ama Medya Savunma Alanları’na her gün yüzlerce bombardıman yapıldığı bağıra çağıra söyleniyor. Tam bu noktada Amerika’nın, Almanya’nın ve çeşitli uluslararası kuruluşların Türkiye’nin PKK’ye yönelik saldırılarıyla ilgili açıklamaları oldu. Amerika “Biz böyle anlaşmamıştık” dedi. Almanya masaya tekrar dönülmesini istedi. Siz Avrupa’da diplomasi alanında önemli bir isim olarak bu uyarıları nasıl okuyorsunuz?

Birincisi; ABD ile Türkiye’nin anlaşması Türkiye’nin uluslararası koalisyonun içinde DAİŞ’e karşı mücadelede yer alması şeklindeydi. Ama bütün uluslararası koalisyon güçleri, Türkiye’nin gerçek niyetinin DAİŞ değil PKK olduğunu biliyorlar. Peki o zaman niye Türkiye’ye bu fırsat sunuluyor? Çünkü başta İncirlik olmak üzere Türkiye’deki havaalanlarının kendilerine açılmasını istiyorlar. Bugüne kadar Türkiye’den bunu hep istemişlerdi ama Türkiye İncirlik’in DAİŞ’e karşı kullanılmasına izin vermedi.

Ama gelinen noktada Rojava sürecinde elde edilen kazanımlar, DAİŞ’in geriletilmesi, Gıre Sipi’nin DAİŞ’ten alınması ve kantonların birleştirilmesiyle ortaya çıkan tablo karşısında Türkiye paniğe kapıldı. Kobani ile Afrin’in de birleşeceği paniğiyle “Buyrun gelin” dedi. Hatta Türkiye “Sadece İncirlik değil, Malatya, Batman, Diyarbakır bütün havaalanlarını kullanabilirsiniz” diye mesaj da gönderdi.

AKP, PKK’NİN DEĞİŞEN İMAJINI ENGELLEMEK İSTEDİ

– Önce ‘hayır’ deyip sonra, bütün alanları açma isteğinin altında yatan esas neden neydi sizce?

PKK Rojava ve Güney Kürdistan’da DAİŞ’e karşı, kuzeyde de demokratikleşme adına HDP projesiyle çok büyük bir prestij kazandı. PKK’ye yönelik ‘terörist’ algısı değişmeye ve yerini Türkiye’de demokrasi güçlerinin ortak cephesinin bir unsuru olduğu, Rojava’da halkların-inançların koruyucusu olduğu, Güney’de ise peşmergenin perişan olduğu bir ortamda halkların kurtarıcısı olduğu algısı oturdu.

İşte Türkiye’yi, AKP’yi en çok korkutan tablo da buydu. Gıre Sipi’nin elden çıkması, kantonların birleşmesi önemli bir olaydı ve hemen uluslararası koalisoyna teslim oldu. Ama teslim olurken de “Ben PKK’ye, DAİŞ’e ve DHKP/C’ye savaş açtım” demeye başladı. Bunu derken aslında şu mesajı veriyordu:

“Siz PKK ile olumlu şeyler söylüyorsunuz, terör örgütleri listesinden çıkarmayı tartışıyorsunuz, PKK yasaklarının kalkmasını konuşuyorsunuz ama bakın ben onunla mücadele ediyorum.” Bu mesajla uluslararası alanda oluşan yeni algıyı gölgelemek istedi.

Ama Erdoğan bu konuda da amacına ulaşamadı. Uluslararası güçler Erdoğan’ın ne yapmak istediğini çok net bir şekilde gördüler. ABD’si, AB’si, Almanya’sı herkes. PKK konusunda Türkiye ile politikaları en fazla örtüşen Almanya bile açıklama yaptı.

PKK ile DAİŞ’in aynılaştırılamayacağını söyledi ve PKK ile yürütülen çözüm sürecinin durdurulmaması konusunda açık çağrı yaptı. Uluslararası tepkilerin yoğunlaşması bunu gösteriyor. Zaten görülmeye başladı ki; halkın direnişi, gerillanın öngörülü tedbirleri Erdoğan’a ve AKP Hükümeti’ni politikalarında fren yapmaya götürdü.

– Şu an fren yapılmış durumda mı?

Yoğun bombalamaların seyrine bakıldığı zaman öyle. Bir süre sonra bombardımanlar daha da azalacak ve duracaktır. Fakat Kürt halkının dinamik olduğu kentlerde hala yoğun baskılar var, gerilla alanlarına yönelik saldırılar var.

Ama Erdoğan ve ekibi savaşın çok yoğunlaşması halinde, bunun kendilerini de tamamen götürecek bir tabloya yol açabileceğini hesabıyla, giderek tempoyu düşürmeyi isteyebilirler. Yine de buna aldanmamak lazım. Temponun düşürülmesi politikaların değişeceği ve çözüm sürecinin yeniden gelişeceği anlamına gelmeyecek.

Erdoğan çözüm süreci defterini kapattı, çünkü buradan ona ekmek çıkmayacağını gördü. Şimdi  yapılması gereken sadece savaşı durdurmak değil, hem savaşı durdurmak hem çözüm sürecini dayatmak, çözüm sürecinin alternatifini-partnerini yaratmak.

Öcalan’ın sopası gülünç

– Tam burada özellikle havuz medyası olarak tabir edilen yandaş medyada İmralı’ya ilişkin olarak birtakım ifadeler sızdırılıyor. “Herkese çok öfkeli, kim gitse sopayla kovalayacak” gibi ifadeler. Bir yandan da Abdullah Öcalan sanki AKP’nin lideriymiş de, sadece onlar görüşebilirmiş gibi imalar. Birincisi İmralı’ya dair bu sızmaları nasıl yorumluyorsunuz, manüplasyon mu? İkincisi hem sürekli Öcalan’ı övüp, ancak Öcalan’ın durdurabileceği ya da yeniden başlatabileceği bir süreçten onu uzak tutmalarını, tecrit etmelerini nasıl yorumluyorsunuz?

Sorunuza yanıt vermeden bir şey hatırlatmak istiyorum: Yalçın Akdoğan’ın sürecin ilk başlarında önderliğimizle ilgili bir değerlendirmesi olmuştu. Geri çekilmenin durmasından tamamen Öcalan’ın sorumlu olduğunu, hareketi bütün sınırlamalara rağmen doğrudan kendisinin yönlendirdiğini, savaşı geliştirenin kendisi olduğunu söylemişti.

Akdoğan, gayet suçlayıcı bir ifadeyle önderliğimizi her şeyden sorumlu tutmuştu. Şimdi ise sanki Öcalan Kandil’e ve HDP’ye çok öfkeli gibi söylentiler dolaştırıyorlar. Tabii bununla AKP hükümetinin ne kadar gülünç duruma düştüğü, ne kadar zor durumda olduğu anlaşılıyor.

Farz edelim Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan onların dediği gibi konuşuyor. Öyle olsaydı, koşa koşa gazetecileri ve heyetleri götürürlerdi. Oysa ki bu sürecin en temel özelliği, 5 Nisan’da önderliğimize yönelik tecritle başlamasıdır.

– Savaş kararının o zaman mı alındığını söylüyorsunuz?

Evet. 15 Mart’ta Balıkesir’de Erdoğan “Kürt sorunu diye bir sorun yoktur kardeşim, Kürtlerin neyi eksik?” dedi. 17 Mart’ta Kars’ta ise aynı şeyi daha da geliştirerek söyledi. Aynı gün Grup Toplantısı’nı yapan HDP “Seni başkan yaptırmayacağız” tutumuyla tavır aldı.

Sonrasında Erdoğan; Dolmabahçe mutabakatını da, masayı da, gözlemci heyeti de her şeyi reddeden tutumunu ortaya koydu. Dolayısıyla bu savaşın önemli adımlarından biri önderliğimize yönelik tecrittir. Sözünü ettiğiniz servis edilen bütün haberler, özel savaş sisteminin kamuoyu eliyle yaratılmasıdır.

Kalkı ki biz önderliğimizin genel olarak eleştirilerinin olduğunu biliyoruz. Şimdi de koşullar olsa, önderliğimiz hareketimize yönelik de, HDP’e yönelik de eleştiriler yapacaktır. Ama esas eleştirileri AKP’yedir, devletedir. Savaşı başlatan, süreci bitiren devlettirve temel mesele Erdoğan’dır. Bakın, durum artık AKP’yi de aşmıştır. Ben Erdoğan ile Davutoğlu’nun da ciddi çelişkisi olduğuna inanıyorum. Davutoğlu çok kötü durumda.

Davutoğlu’nun kıymeti harbiyesi yok!

– Evet AKP’nin içinde de rahatsızlıklar olduğuna dair bilgiler sızıyor kamuoyuna.

Bakın Dolmabahçe mutabakatını yapan hükümet. Yalçın Akdoğan başbakan yardımcısı. Her şey kamuoyunun gözünün önünde yaşanıyor. Bütün bunlar Erdoğan’ın da bilgisi dahilinde. Ama 17 Mart’ta Erdoğan her şeyi inkar edince Bülent Arınç 40 yılın başında doğru konuştu ve “Biz biliyorduk, gözlemci heyet doğru bir olgudur, sürece sahip çıkıyoruz” dedi.

Yani o süreçten biliyoruz ki, hükümet bir şey yapıyor, cumhurbaşkanı deviriyor. Yine, Davutoğlu koalisyon turunda HDP ile uzun bir görüşme yaptı ve çıktıktan sonra da olumlu bir izlenim aktardı. Hemen ertesi gün Erdoğan bayram namazından çıkar çıkmaz o olumlu havayı bozacak tarzda doğrudan HDP’ye yönelik açıklamalarda bulundu.

Bu şu demektir: Davutoğlu, hükümetiyle, sözüyle, şuyuyla, buyuyla hiçbir kıymeti harbiyesi olmayan bir konumdadır. Dolayısıyla sürecin tek sorumlusu Recep Tayyip Erdoğan’dır, yaratılan savaşın tek sorumlusu Recep Tayyip Erdoğan’dır. Recep Tayyip Erdoğan’ın yarattığı AKP çizgisi bitirilmelidir, Türkiye’nin geldiği nokta budur.

– Bu savaş 90’lardaki savaştan farklı olarak Türkiye’nin batısında da farklı tepkiler doğurmaya başladı. Cılız da olsa, tek tük de olsa asker aileleri, polis aileleri devleti suçlayan söylemlerde bulunuyorlar. Hükümete ‘Onlar oğullarını göndersin’ diye sesleniyorlar. Hatta ‘Bilal’i gönder’ diye bir tabir artık yaygınlaşmış durumda. Siz bu tepkileri izliyor musunuz, nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye artık değişiyor. Tek tek ailelerin konuşmasının sebebi bu. Önceleri kamuoyu devletin milliyetçilik zehiriyle gerçekten adeta kör, sağır hale getirilmişti. Aileler yaşananları vatan savunması olarak algılıyordu. Fakat 2013’teki tarihsel stratejik hamle Türkiye kamuoyunun önemli boyutta gözlerini açtı.

Aslında bu hareketin barış istediğini, bu hareketin Türkiye’yi bölmek diye bir derdinin olmadığını, bu hareketin sadece Kürtler için değil bütün Türkiye’de yaşayan halklar için demokrasi istediğini ve bu konuda büyük bedeller ödediğini gösterdi.

2013 süreci büyük bir tarihsel tesadüfle Rojava Devrimi’yle atbaşı yürüdü. 2012’nin 19 Temmuz’unda başlayan Rojava Devrimi, hem Türkiye’yi hem Ortadoğu’yu çok etkiledi. Devletin Türkiye halkının gözünün önüne ördüğü birçok duvarı yıktı. Böylece devleti biraz daha çıplak gözle gördüler, militarist politikaları biraz daha anladılar.

Ortadoğu’da DAİŞ’in adeta Moğolların ete kemiğe bürünmüş hali olarak peyda olması da, toplumun gözünü açtı. Çünkü bu barbarlara karşı mücadele eden bir YPG-YPJ gerçekliği var ve bunların PKK’lilerin kardeşleri olduğu söyleniyor. Türkiye toplumunda hem direniş kültürü hem de devletin politikalarına itiraz etme refleksi oluştu.

Onun için 10 yıl önce 20 yıl önce devletin Türkiye halkına dayattığı PKK algısını, Türkiye halkı artık yemiyor. Bu noktada ‘Bilal’i gönder’ itirazları çoğalıyor, çoğalacak da. Türkiye içinde sıkışan AKP’nin yaptığı hırsızlık, yoksulluk, tekçi yaşam, kendi iktidarları için her şeyi feda eden yaklaşımları Türkiye toplumu tarafından çok net bir şekilde görülüyor. Devlet daha da zorlanacak bu konuda, çünkü bu itiraz eden sesler artacak.

Bu noktada işte Türkiye’nin ötekileştirilenlerine, HDP bileşenlerine, hatta HDP’nin dışında kalan bütün güçlere iş düşüyor. Sadece şehit aileleri, asker aileleri değil toplumun bütün dinamiklerine ulaşmalılar, toplumu örgütlemeliler. Neden bu savaşa karşı çıkılması gerektiğini anlatmalılar. Bu savaş neyin savaşı? Bu savaş kimin savaşı? Bunu doğru anlatmak gerekiyor.

Bu savaş Erdoğan’ın başkanlık savaşı ve kendi iktidarı için Türkiye halklarını feda ediyor. Yalnız Erdoğan değil, bu süreçte çok temel bir olgu da MHP’dir. 6 milyonu seçmeni siyaseten yok saymak, elinden gelse askeri olarak bitirmek anlamına gelir. Savaş cephesine karşı, barış cehpesinin örülmesi bu yüzden elzem.

AKP/MHP’YE KARŞI SOL BLOK KURULMALI

– Bir sol bloktan bahsettiniz. HDP ile CHP arasında temaslar olduğu görülüyor. Hatta en son Bakırköy’deki Barış Bloku’nun mitinginde de böyle bir birliktelik vardı. Sizin sol bloktan kastınız nedir?

Türkiye’nin geldiği nokta, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşundan bugüne kadar getirdiği yasal/anayasal sistemin değiştirimesidir. Bu sistemden dolayı Cumhuriyet’in kuruluşundan beri, Kürtler isyan ediyor. Bütün ötekileştirilenler sistem içinde dışlanmış, baskı altına alınmış ve bu baskılara direnilmiş.

Gelinen noktada bu anayasal sistemi demokratikleştirecek, bu temelde savaş cephesini temsil eden AKP ve MHP’ye karşı barış-özgürlük-demokrasi cehpesini büyütmek gerekiyor. Ve bu yeni cephe, Meclis’teki çoğunluğu elde edecek bir şekilde saflaşmalı.

7 Haziran seçimlerinde Erdoğan’ın padişahlık rüyası durduruldu ama MHP/AKP ittifakı nedeniyle Meclis’te savaş cephesi çoğunlukta. Önümüzdeki seçimlerde Meclis’teki bu çoğunluğu değiştirecek şekilde bir mücadele seyri izlenmelidir ve bu mücadelenin öncülüğünü HDP yapacaktır.

HDP’nin önümüzdeki seçimdeki hedefi yüzde 20 olmalıdır. Çünkü Türkiye toplumunu değiştirecek güç HDP’dir. Elbette HDP bu temelde CHP’yi de değiştirecektir. Değişen topluma birlikte elbette CHP de değişecek ve o klasik ulusalcı damarlardan kurtulacak demokrasi cephesinde yerini alacaktır.

– Selahattin Demirtaş’ın neredeyse bütün bu karşı cephenin hedefinde olması, aslında HDP’nin önemini o cephenin de kavradığı anlamına mı geliyor?

Şüphesiz tabii. Selahattin Demirtaş’ın şahsında engellenmek istenen HDP’dir. HDP’de durdurulamayan bir yükseliş var. HDP; Türkiye’de Kürdüyle, Arabıyla, Alevisiyle, Sünnisiyle, Çerkesiye, emekçileriyle, kadınlarıyla itiraz eden ve ilk kez başarabileceğine güvenen toplumsal kavuşmanın öncülüğünü yapmıştır.

Ve bu öncülüğün görünen yüzü HDP’nin Eşgenel Başkanı Selahattin Demirtaş’tır. Üslubuyla, karizmasıyla, ılımlı tavrıyla ortaya çıkarttığı pozitif bir durum var. Demirtaş’ı durdurarak, Türkiye’nin değişim-dönüşüm talebini durdurmak istiyorlar. Bunun iyi anlaşılması ve topluma iyi anlatılması gereekiyor.

HDP’ye de, Selahattin Demirtaş’a da bu temelde sahip çıkılması gerekiyor. HDP’nin de kendisinde bu misyonu görmesi gerekiyor. Yani yaşadığımız normal bir süreç değil. Ne 7 Haziran normal bir seçimdi, ne de önümüzdeki erken seçim normal bir seçim olacak.

DEMİRTAŞ’A SALDIRI, ÖNDER APO’YA SALDIRIDIR

– Bu anlamda Selahattin Demirtaş’ı, Kürt hareketinin içinde yalnızlaştırmaya çalışan birtakım açıklamalar yapılıyor. Mesela Demirtaş için ‘uluslararası bir proje’ deniliyor. Siz Kürt hareketi olarak, ne olursa olsun Demirtaş’ın yanında olduğunuzu söylüyor musunuz?

Hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde yanındayız. Halkımızın şunu görmesi gerekiyor: Demirtaş’a karşı yürütülen politikalar, dezenformasyonlar, çarpıtmalar PKK’ye karşı, KCK’ye karşı, Önder Apo’ya karşı yürütülenlerle birbirini tamamlayan politikalardır. Amaç aynıdır. Ve bu senaryoların ardında sarayda oluşturulan gladyo vardır.

Bu gladyonun en karanlık tarafı MİT’tir… Beyni de Erdoğan’dır… Hani AKP diyor ya, ‘paralel devlet’ diye. Şu anda artık paralelin ta kendisi Erdoğan’dır. Saray’da devletini kurdu… Tekrar edelim; hareketimiz açısından HDP’nin yaptığı  çalışmalar önemlidir.

Dağda savaşan gerillanın, İmralı’da direnen önderliğimizin, hepimizin amacı halklarımızın özgürlüğüdür. Demokratik ulus perspektifiyle yeni bir Türkiye demokrasisinin yaratılmasıdır ve bu konuda emeği olan herkes bizim için çok değerlidir. Önemli bir misyonu olanlardan biri de Selahattin Demirtaş’tır. Yandaş medyanın çarpıtmalarına aldanmamak, tam tersine kenetlenmek gerekiyor. HDP grubu kendi içinde kenetlenmelidir. Dışarıda da HDP gurubunu bölmeye, parçalamaya, etkisizleştirmeye dönük şeylere karşı sağlam durulmalıdır.

– Böyle şeyler olabilir mi?

Gerek 100 yıllık Türk devleti deneyim, gerekse bizim 40 yıllık deneyimimiz her şeyin olabileceğini gösteriyor. Onun için de HDP’liler bilinçli olmalılar, öngörülü olmalılar. Kendi içlerinde çok iyi bir birlik sağlamalılar. Türkiye toplumuna da öncülük edecek tarzda bu seçimlerde yüzde 20’yi hedefleyerek, Türkiye siyasetini değiştirmeliler.

REMZİ KARTAL KİMDİR?

1948 yılında Van’da doğan ve diş hekimi olan Remzi Kartal; 19. Dönem’de Van’dan SHP milletvekili olarak Meclis’e girdi. Daha sonra DEP’e geçti. 1994’te DEP’lilere yönelik operasoyn sırasında yurtdışına çıktı. Yurtdışında “DEP’le Dayanışma Bürosu”nu kurdu. 1995 yılında Sürgünde Kürt Parlamentosu’nun kuranların arasındaydı.

1999 yılında Parlamento’nun kendisini feshinin ardınadn Kürdistan Ulusal Kongresi’nin (KNK) kuruluş çalışmalarında katıldı. KNK Yürütme Konseyi’nde görev aldı. Son yapılan kongrede Kongra Gel eşbaşkanlığına seçildi. (NOKTA)

Editör: Wan Haber