Başlığı da içine alan türkümüz “Gâfil! gezme şaşkın” diye başlar. Bizde âlemi bilmeyene câhil, kendini bilmeyene gâfil denir.

    Dışarıda dolaşmanın, bir dostla karşılıklı çay içmenin, sevdiklerimizle göz göze sohbet etmenin, ihtiramla anne baba eli öpmenin, yavrularımızın yanaklarını şefkatle okşamanın, bebeklerin kokusunu derinlemesine çekmenin, çalışmanın, üretmenin, sosyalleşmenin özetle özgürlüğün ne büyük nimet olduğunu idrak ettiğimiz günlerdeyiz. Karanlık olmayınca ışığın, soğuk olmayınca sıcağın, yokluk olmayınca varlığın, hastalık olmayınca sağlığın, gurbet olmayınca sılanın, firkat olmayınca vuslatın, esaret olmayınca hürriyetin değeri bilinmez.

    İnsanlığı ordular, tanklar, toplar, savaş uçakları, nükleer bombalar esir almadı. Bir toz zerresinin binlerce kez küçüğü olan, gözle asla görülemeyen bir virüs bizi ev hapsine mahkum etti. Sadece sıradan insanları değil, sözü edilen silahların sahiplerini de, dünyayı parmağında oynatan kapitalizmin babalarını da, çağdaş Nemrut, Firavun, Şeddat, Hâmân, Karun ve Bel’amları da mahkum etti. Zulümde sınır tanımayan, mazlumu ezmeyi zevk haline getiren, ölümü unutan ve bir gün öleceğini düşünmeyerek yaşayan despotlar da bu görünmez varlık karşısında dehşete kapılmış vaziyettedirler.

    Üniversitedeki bir dersim esnasında ben Müslüman Doğu dünyasında “tevekkül”ün tembellikle karıştırıldığını anlattım ve “tevekkül, her türlü tedbiri aldıktan sonra Allah’a dayanmaktır.” dedim. Bir öğrencim itiraz etti. Dedi ki, “Hocam, ben her türlü tedbiri aldıktan sonra ne diye tevekkül edecekmişim.” Ben ona uzun boylu, insan olarak aldığımız tedbirlerin bizi korumaya yetmeyeceğini anlattım. Çünkü, dünyayı 23.5 derece boynu bükük vaziyette saatte, otuz bin km hızla döndüren biz değiliz. Ay ile dünyanın, dünya ile güneşin mesafesini ayarlayan ve müdahil olabilen de biz değiliz. Bizim hükmümüz diğer gezegenlere, galaksilere, meteorlara, kuyruklu yaldızlara da geçmez. Bırakın evrenin büyük kütlelerini, bizim sözümüz dünyamızdaki yağmura, kara, rüzgara, depreme, sele ve afetlere de geçmez. Halkayı biraz daha daraltalım, bizim hükmümüz trafikteki diğer sürücülere, bakteri ve virüslere de geçmez. Onun için “elimizden gelen her türlü tedbir” ne yazık ki bunları kapsamıyor.

    Müslümanlar, tabiatı bir ağaç gibi kabul eder. İnsanın dışındaki tüm varlıklar, bu ağacın kökü, gövdesi, dalları, yaprakları ve çiçekleridir. İnsan ise bu kainat ağacının meyvesidir. Meyve,  mensup olduğu ağacın köküne, gövdesine, dallarına, yapraklarına ve çiçeklerine zarar verirse aslında kendisine zarar vermiş olur. Çünkü, dinimizde insanın kendisine ve diğer varlıklara zarar vermemesi esastır. Osman Bey’in oğlu Orhan Bey’e bıraktığı altı maddelik vasiyetnamenin birinci maddesi: “Şefkat ala hulkullah”tır. Yani, “Allah’ın yaratttığı her şeye karşı şefkatli ol.” Budistler, kendilerini tabiata ait kabul ederler. Kapitalizmin efendisi olan beyaz adam ise, tabiata hakim olmayı, onu sömürmeyi, gerekirse onu tahrip etmeyi kısa vadeli kazançlarının bir gereği olarak görür. Bunun en tipik uygulama alanı Amerika kıtasıdır. Beyaz adam, Kızılderili’nin kutsal kabul ettiği toprağını elinden aldı, siyah adama işletti ve büyük maddi kazançlar elde etti. Üstelik kazancının sebebi olan siyah adama ise hayvan muamelesi yaptı. Kazancı arttıkça, tabiatı daha çok istismar etti. Hava kirlendi, su hem azaldı hem kirlendi, denizler kustu, buzullar erimeye başladı, hayvanların soyu tükendi, ormanlar insanların zulmünden dağların başına çekildi. Kuşlara geçecek güzergah, içecek su, karın doyuracak alan bırakılmadı.

    Biz bunları şimdi görüyor, hissediyor ve yaşıyoruz ama Kızılderili Reis, bunu asırlarca önce görmüş ve beyaz adamı uyarmıştı:

    “Ey beyaz adam, son nehir kuruyunca, son ağaç kesilince, son balık ölünce mi, doların yenemeyeceğini anlayacaksın,”

    Kızılderili Şef Seattle’nin 1854 yılında ABD devlet başkanı Franklin’e yazdığı meşhur mektubu biliriz. Bu mektup, özellikle bugün bir bütün olarak mutlaka okunmalıdır. Şef Seattle, beyaz adama ders veriyor:

    “Çam ağaçlarının parıldayan iğneleri, vızıldayan böcekler, beyaz kumsallı sahiller, karanlık ormanlar ve sabahları çayırları örten buğu; halkımın anılarının ve geçirdiği yüzlerce yıllık deneylerin bir parçasıdır. Ormandaki ağaçların damarlarında dolaşan su, atalarımızın anılarını taşır; biz buna inanırız...........

    Biz dünyanın parçasıyız ve o da bizim parçamız. Güzel kokan çiçekler bizim kız kardeşlerimizdir; geyik, at, büyük kartal, bunlarsa bizim erkek kardeşlerimiz, kayalık tepeler, çayırlardaki ıslaklık, tayın vücut ısısı ve adam, hepsi aynı aileye aittir.

    Belki bir vahşi olduğum için anlayamıyorum ama benim ve halkım için önemli olan şeyler oldukça başka. İnsan bir su birikintisinin etrafına toplanmış kurbağaların, ağaçlardaki kuşların ve doğanın seslerini duymadıkça yaşamın ne değeri olur?

    Biz sadece yaşayabilmek için avlarız buffaloları. Bütün hayvanları öldürecek olursanız nasıl yaşayabilirsiniz? Canlıların yok edildiği bir dünyada insan ruhu yalnızlık duygusundan ölmez mi?

    Bir gün bakacaksınız gökteki kartallar, dağları örten ormanlar yok olmuş, yabani atlar ehlileştirilmiş ve her yer insanoğlunun kokusuyla dolmuş. İşte o gün insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını devam ettirebilme mücadelesinin başlangıcı olacak.”

    Beyaz adam Kızılderili Şef Seattle’i elbette dinlemedi. Onun halkının, kestiği kulaklarından koleksiyonlar yaptı. Dünyanın en büyük şehirlerinden birine reisin adını verdi. Bindiği arabaya, yok ettiği Kızılderili kabilesi Cherokee‘nin adını verdi ama onların hatırasına duyduğu saygıdan dolayı değil, onlara üstün gelmenin mağrurluğuyla bunu yaptılar. Bırakın hayvan türlerini yok etmeyi, insanları yok eden acımasız bir çağdaşlık! sergilendi, sergileniyor.

    Cahit Sıtkı’nın “Memleket İsterim” isimli şiirinin adını “Bir Dünya İsterim” şeklinde de düşünebiliriz. Birinci kıtadaki,

    Memleket İsterim,

    Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun; 

    Kuşların, çiçeklerin diyarı olsun.

    Şeklindeki temenni artık bütün insanlığın temennisi olmalıdır.

    Artık, grileşen göğümüz, yeşile hasret günümüz, kuşların cıvıltılarından mahrum yerimiz ve yöremiz var.

    Yazıyı, Seattle’ın cümleleriyle bitirelim:

    “Unutmayın bugün diğer canlıların başına gelen yarın insanın başına gelir. Çünkü bütün hepsinin arasında bir bağ vardır. ........”

Editör: Wan Haber