Vatan Gazetesi yazarı Ruşen Çakır, her iki kesime de yakın olanların kafalarının karışık olduğunu, bunu bir kardeş kavgası olarak gördüklerini söyledi ama eklemeden de edemedi, "savaş kelimesi yaşananları tanımlamakta yetersiz kalabilir" dedi.

İKİ YIL ÖNCE REKABET BİLE YOK DİYORLARDI
Çok değil iki yıl önce, Fethullah Gülen cemaatiyle AKP hükümeti arasında bir tür savaş yaşandığını söylemeye kalktığınızda her iki taraftan birden çok sert tepki alıyordunuz. O dönemde, değil “savaş” aralarında “mücadele”, hatta “rekabet”in bile söz konusu olmadığında hemfikirdiler. 

SAVAŞ KELİMESİ YAŞANANLARI ANLATMAKTA YETERSİZ KALIR
Bugünse birbirlerine karşı, psikolojik harekat yöntemlerinin aşırı ölçüde kullanıldığı topyekun bir savaş yürütüyorlar. Öyle ki gelinen noktada “savaş” tanımına itiraz eden kimse kalmadı, hatta “savaş”ın yaşananları tanımlamakta yetersiz kaldığı bile söylenebilir.

HALBUKİ İKİSİ DE MUHAFAZAKAR
Ama hâlâ Cemaat ve hükümetin birbirleriyle neden savaştıkları konusunda kafalar karışık. İslami hareket konusunda ayrıntılı bilgiye sahip olmayanlar “halbuki ikisi de muhafazakâr…” diyerek yaşananları bir tür “kardeş kavgası” olarak görüyor ve anlam veremiyorlar. Cemaatin tarihçesini biraz bilenlerse, Fethullah Gülen’in o bildik temkinli tutumunu bir kenara bırakmış olmasına şaşırmaktalar. AKP’nin, Cemaat’e özellikle askeri vesayeti geriletmede çok şey borçlu olduğunun farkında olanlarsa Başbakan Erdoğan’ın bu ittifakın sonlanmasını, hatta tarafların birbirlerine hasım olmasını neden engellemediğini veya engelleyemediğini anlamakta zorlanıyorlar.

SAVAŞIN FARKLI AŞAMALARI
Hatırlayalım: Geçen yılın ortalarında iki tarafın kavgası barış ve demokrasi ikilemi üzerinden gelişiyordu. Cemaat’e yakın isimler hükümeti demokrasi konusunda eleştiriyor, esas olarak da Başbakan Erdoğan’ı otoriterleşmekle, “tek adam” olmaya çalışmakla suçluyorlardı. Hükümete yakın kişiler de Cemaat’in “çözüm süreci”ne karşı olduğunu, hatta bunu sabote etmeye kalktıklarını ileri sürüyorlardı.

Ardından dershane krizi patlak 
verdi ve savaş eğitim alanına sıçradı. Ne var ki konuya hakim olanlar, asıl sorunun dershane olmadığının, Erdoğan’ın dershaneleri kapatarak Cemaat’in üzerinde yükseldiği en önde gelen zeminlerden birini kurutmak istediğinin, Cemaat’in de bunu engellemek için elinden geleni yapmaya kararlı olduğunun farkındaydı.

Nihayet 17 Aralık operasyonu yaşandı. Cemaat bu sefer hükümeti en zayıf ve hassas olduğu noktadan, yolsuzluklar üzerinden vurdu. Yolsuzluk iddialarını çürütmekte zorlanan hükümet de, o zamana kadar dillendirmekten özenle kaçındığı, Cemaat’in “devlet içinde devlet” haline gelmiş olduğu iddiasını öne çıkardı.

Daha önce de yazmıştım, tekrarlamakta beis yok: Yolsuzluk iddialarını ciddiye alacak kadar AKP'yi, "devlet içinde devlet" iddialarını ciddiye alacak kadar da Cemaat'i tanıdığım kanısındayım. Dolayısıyla Cemaat kontrolündeki "devlet içindeki devlet" yapılanmasını tasfiye ettiği ölçüde hükümete, yolsuzlukla mücadele ettiği ölçüde yargıya (dolayısıyla Cemaat'e) destek olmakta sakınca görmüyorum.

YENİ TÜR İKTİDAR SAVAŞLARI
Lakin bir yerden sonra karşılıklı suçlamaların ve sahip çıkılan değerlerin fazla bir anlamı kalmıyor, çünkü hükümet ve Cemaat esas olarak iktidar için savaşıyorlar. Otoritesini paylaşma konusunda hiç de cömert olmadığını bildiğimiz Erdoğan Cemaat’i siyasi alandan toplumsal/kültürel/dinsel alana doğru itmek isterken, Gülen de ülkenin kaderinde daha fazla söz sahibi olma arayışında.


2007 seçimlerinin ardından “Taraf olmayan bertaraf olur” şiarıyla, kendileriyle birlikte hareket etmeyen herkesi tasfiyeye koyulan ve bunda belirgin bir başarı elde eden hükümet ve Cemaat, iktidar sahnesinde yalnız kalınca birbirleriyle mücadele etmeye başladılar. 

TETİĞİ ÇEKEN CEMAAT OLDU
Tetiği ilk çekense Cemaat oldu. Gülen’in Mavi Marmara olayının (31 Mayıs 2010) ardından Wall Street Journal’a mülakat vererek İsrail yanlısı pozisyon alması bu manada çok kritik bir olaydır. Ama kuşkusuz zaten zayıf olan karşılıklı güveni berhava eden olay, 7 Şubat 2012 günü MİT Müsteşarı Hakan Fidan başta olmak üzere eski ve görevdeki bazı MİT yöneticilerinin PKK ile Oslo görüşmelerini yürüttükleri için özel yetkili savcı Sadrettin Sarıkaya tarafından ifadeye çağrılmasıdır.

Gerek bu iki kritik olay, gerekse 17 Aralık’tan itibaren İran, El Kaide, Suriye gibi mevzuların işin içine yoğun bir şekilde girmiş olması nedeniyle hükümet-Cemaat savaşının çok ciddi dış boyutlarının olduğunu hiç tereddütsüz söyleyebiliriz. Maalesef hükümet çevreleri tarafından üretilen komplo teorileri bu savaşın dış bağlantılarını serinkanlı bir şekilde tartışmamıza izin vermiyor. Yine de sonraki yazılarımızda bu hassas konuyu irdeleyeceğimizi duyurmuş olalım.

Editör: Wan Haber