Komutanım kömürlüğe girdi galiba, kıstırdık diye bağırdı onbaşı. Ufacık tefecik biriydi onbaşı. Gözleri fıldır fıldır dönüyor ağzından köpükler akıyordu. Sinirliydi. Her cümle kurduğunda küfür savuruyor, Allahsız komünist şimdi düştün mü elimize diye bas bas bağırıyordu!

 

            Yaklaşık 10 asker vardı Yusuf’un peşinde. Yüzbaşıyla askerlerden bir tanesi bir hayli geride kalmışlardı. Bir cemseden inmiş Yusuf’un peşine düşmüşlerdi. Komutan inat etmiş yakalamadan gelmeyin imansızı gerekirse öldürün diye emir vermişti. Hırs yapmıştı askerler, öyle ki Yusuf’u kovalarken birkaç kez ateş bile etmişlerdi.

 

            Yusuf 21 yaşındaydı. Üniversitede okuyordu. Sarı derlerdi arkadaşları o’na. Bir atlet kadar hızlıydı. Daha önceleri de askerler o’nu kovalamış ama her defasında kurtulmuştu. O’na sorarsanız asker ya da polisler tarafından kovalanacak ya da böylesine amansız takibe alınacak bir şey yapmıyordu. Kaldı ki birkaç kez polisler tarafından gözaltına alınmış, öldüresiye işkenceler görmüş ama her defasında tutuklanmadan serbest bırakılmıştı. Lakin bu takip diğerlerine hiç benzemiyordu. Bir kere yüzbaşı birkaç kez “Gerekirse öldürün” diye bağırmıştı ve Yusuf bunu duymuştu. Üstelik ardından ateş bile etmişlerdi. Çembere alınmıştı Yusuf. Çaresiz Ankara Tüzluçayır’da, Natoyolunun yoksul emekçi mahallerinden birinde, bir gecekondunun kömürlüğüne sığınmıştı!  

 

            1960’lı ve 70’li yıllar Türkiye için köyden kente göçlerin yoğun olduğu yıllardı. Şair Ahmet Telli’nin daha sonraki yıllarda “Göç” isimli şiirinde bahsettiği gibi “Göç oldu bir acıdan öbür acıya / oysa sağrısı kurumamıştı atımızın” dediği yıllardı. Ve Tuzluçayır, köyden kente göç eden yoksul ve emekçi halkların hep birlikte kurduğu önemli bir semtti. Çünkü Tuzluçayır, Sivas'ın, Yozgat'ın, Çorum'un, Amasya'nın, Artvin'in, Gümüşhane'nin ve birçok Anadolu şehrinin kendi topraklarından kopup çocuklarına güzel bir gelecek kurmak için kavgada buluştukları bir yerdi. İşte Yusuf ve ailesi bu sebeple o bölgeye yerleşmişti.

 

            1970’li yılların sonuna yaklaşılıyordu. Tuzluçayır’ın yoksul ve emekçi mahallelerinden birinde oturan Yusuf bir taraftan okula gidiyor öte taraftan da devrimci mücadele ki yerini almaya çalışıyordu. Sürekli okuyor kendini geliştiriyordu Yusuf. Gösteri ve yürüyüşleri kaçırmamaya çalışıyordu. Kimi zaman bildiri dağıtıyor kimi zaman duvarlara sloganlar yazıyordu. Kaldı ki birkaç kez gözaltına alınmasının sebebi de buydu. Mahalle sürekli asker ve polis kuşatması altında olduğundan çok göze batıyordu Yusuf! Neredeyse tüm asker ve polisler o’nu tanır olmuştu. Fakat bölgeye yeni gelen Yüzbaşı bu durumdan hiçte hoşnut değildi. Nitekim son kovalama işinden önce Yusuf’u sadece duvara yazı yazarken görmüşlerdi. Tüm öfke ve kinleri de bu yüzdendi.

 

            Natoyolunda güneş Elmadağ eteklerinden Ege Mahallesine doğru yavaş yavaş süzülüyordu. Ankara’nın çöplerinin döküldüğü Ege mahallesinde insanlar keskin çöp kokularına rağmen günlük işlerinin peşindeydi. Bir gün öncesinden arkadaşları ile birlikte duvarlara çeşitli sloganlar yazan Yusuf elinde kitap ve defterleri ile otobüsten inmiş evine doğru gidiyordu. Belli ki askerler o’nu bekliyordu.  Sezmişti bunu Yusuf. Otobüs durağının hemen birkaç metre ilerisinde askerleri görünce elinde ne var ne yok yere fırlatmış olanca gücüyle kaçmaya başlamıştı. Zira birkaç gün öncesinden bölgeye yeni gelen Yüzbaşı Yusuf’u sıkıştırmış tehdit bile etmişti.

 

            Yüzbaşı soluk soluğa Yusuf’un saklandığı kömürlüğün önüne geldiğinde onbaşı “Kıstırdık komutanım” diye söyleniyordu. Askerlerden bir tanesi en geride kalmış Yusuf’un kaçarken yere fırlattığı defter ve kitapları toplamıştı. Yüzbaşı askerin elinden kitapları alıp belli belirsiz mırıldanmaya başladı: Güya okula gidiyor bunlar, yanlarında taşıdıkları kitaplara bak! Politzer, Aziz Nesin, Yaşar Kemal! Komünist bunlar komünist!

 

            Yusuf o gün Kızılay’da bir kitapçıya uğramış, Yüzbaşının hakaretler savurarak isimlerini söylediği yazarların kitaplarını almıştı. Bunlardan biride Yaşar Kemal’in Ağrıdağı Efsanesi isimli kitabıydı!

 

            Teslim ol Yusuf, yoksa sonun kötü olur diye bağırdı Yüzbaşı! Ellerini yukarı kaldır ve dışarı çık! Küçük bir kömürlüktü Yusuf’un sığındığı! Kömürlük, gecekondunun hemen bitişiğinde taştan örülmüş çatısı ise tenekelerle kaplanmıştı. Küçücük bir camı vardı kömürlüğün! Yarısı karton yarısı ise kırık camlarla çevriliydi. Kapısı ise normal bir insanın bile eğilip bükülerek girebileceği şekildeydi. Yüzbaşının gözleri öfkeden kan çanağı gibi olmuş Yusuf’tan ses gelmedikçe olanca öfkesiyle bağırıyordu: Dışarı çık Yusuf, teslim ol!

 

            Galiba yaralı dedi askerlerden biri, kömürlüğün kapısına sürülmüş kan izlerini göstererek! Yusuf’un kendisinden ses çıkmıyordu ama içerden sürekli sesler geliyordu. Belli ki karanlıkta kendine bir yer arıyor ve her defasında ayakları kayıyor düşüyordu. Yüzbaşı askerlere oradan çekilmelerini söyledi. Gidin dedi, cemseye gidip beni bekleyin! Demek yaralı diye söylendi içinden! Askerler gözden kaybolduktan sonra belinden tabancasını çıkardı ve öfkeyle bağırarak kömürlüğün kapısından içeri girdi. Üç el silah sesi duyuldu kömürlükten. Gecekonduların bahçesinde ki selvi ağaçlarına tünemiş kuşların kanat sesleri duyuldu sonra. Sonra Yusuf’un evine bir ateş düştü. Yoldaşları Yusuf’un tabutunu sloganlar eşliğinde götürdü mezara. Sonra mezara 21 yaşında bir yiğidin ölümsüz bedeni düştü.       

 

            İşte bugün bu yazımda size, 1980 öncesinde, duvarlara yazı yazıp sokaklara afiş astığı için bir yüzbaşı tarafından katledilen Yusuf’un, ölmeden önce elinden düşürdüğü Yaşar Kemal’in Ağrıdağı Efsanesi isimli kitabından bahsedeceğim!

 

            Üstünde gümüş savatlı Çerkes eyeri bulunan kır bir at Ahmedin kapısında bir süre bekler. Bu atı Ahmedin kapısının önünde ilk önce çok yaşlı, uzun aksakallı Sofi görür. Bir süre sonra atın Beyazıt Paşası Mahmut Han’a ait olduğu öğrenilir. Öğrenilir ama geleneklere göre at Ahmede haktan gelen bir yadigârdır. Sofi bir bilge kişidir aynı zamanda. Çok düşünme, der Ahmede! Atı al şu aşağı yola bırak gel. At bir daha kapına gelirse, al gene götür. Bunu üç kere böyle yap. At gene gelirse bu senin atındır. Atın sahibi beyde olsa, paşada olsa, Osmanlı Padişahı, Acem Şahı’da olsa, Köroğlu da olsa, kelleni verir de bu atı veremezsin. Ve hem de veremeyiz.

 

            Fakat atın gerçek sahibi Mahmut Han bunu kabul etmez. Atını ister. Ahmedin üzerine hatırı sayılır adamlarını gönderir fakat Ahmed atı adamlara da vermez. Tüm yöre halkı Ahmedin haklı olduğunu söyler lakin Mahmut Han kimseyi dinlemez. Bunun üzerine adamlarını toplayıp Ağrı bölgesine gider lakin Sofi hariç hiç kimseyi bulamaz. Yer yarılmış Ahmed ve dağlılar yerin içine girmiştir sanki. Bu duruma çok kızan Mahmut Han Sofi’yi zindana atar.

 

            Paşanın kızı Gülbahar Sofiden ve Sofinin çaldığı kavaldan çok etkilenir. Her gün Sofiye kendi elleriyle yemekler götürür ve sorular sorar. Mahmut Han bu durumdan rahatsızdır. Sofi’yi yanına getirtir ve “Ahmed ve at gelmeden seni zindandan çıkartmam” der! Sofi diklenir bu duruma. At’da Ahmed de gelmez der! At Ahmede haktan yadigârdır. Ahmed gelir belki ama at gelmez. Bende Ahmedi sana getirtmem!

 

            Beyler toplanırlar. Zira işin kötüye gideceğini bilmektedirler. Milan Beyinin oğlu Musa Beyi görevlendirip Ahmede gönderirler. Ahmed Sofi’nin zindanda olduğunu Musa Beyden öğrenir. Mademki sen gelmişsin, senin hatırını yerde koymam. Ağrıya dönerim. Paşaya giderim. Aşiret de döner yalnız Paşa atı bir daha göremez der!

 

            Paşa Ahmedin gelmesine sevinir lakin Ahmedin atı vermeyi kabul etmemsiyle bu sevinç büyük bir öfkeye döner. Paşa öyle kızmıştır ki Ahmedle birlikte Musa Beyi de zindana atar. Zindan da artık Sofi, Ahmed ve Musa Bey birlikte yatmaktadırlar. Zindan da tanışan Gülbahar ile Ahmed birbirlerine âşık olurlar. Lakin Gülbahar’ın babası Mahmut Han bir türlü atı vermek istemeyen Ahmedi öldürmeye karar vermiştir. Ve asıl hikâyede bundan sonra başlamaktadır.

 

Yaşar Kemal ve kitapları özete sığacak gibi değildir. Okuyun derim…