12 Eylül faşist darbesi sadece sola karşı değil sol kitaplara karşıda yapılmıştı. O dönemde birçok kitap yakılmış, yasaklanmış, elinde, evinde kitap bulunduran insanlar en ağır biçimde cezalandırılmıştı. 

     Güneş o gün Natoyoluna erken doğmuştu. Tuzluçayır’da bulunan eski yazlık sinemanın hemen bitişiğinde ki tahta merdivenli gecekondudan, Ankara’nın çöplerinin döküldüğü Natoyoluna yeni taşınmıştık. Genellikle Alevi ve solcu insanlardan oluşan mahalle henüz yapılanmaya başlıyordu. Gecekondular imece usülü yapılıyor, zaten bir birine hısım akraba olan komşular her gün birinin inşaatında çalışıyordu. 

     Natoyolu. Şair Gülten Akın'ın Seyran Destanı isimli kitabında bahsettiği yoksul ve emekçi halkın el ele birlikte kurduğu bir semtti: 
Tuzluçayırdan bir yanı kente bir yanı dağa
Yol gider asfalttır, Natoyolu
Ankara’nın ağaları beyleri
Oradan sürerler arabalarını

     Tuzluçayır ortaokuluna gidiyordum. Zeynel dayı ve Seher teyzeyi Natoyolunda tanımıştım. Oğulları Yusuf bir taraftan üniversitede okuyor, diğer taraftan da 12 Eylül faşizmine direnen birçok devrimci ağabeyleri gibi mücadeleye kaldığı yerden devam etmeye çalışıyordu. 12 Eylül faşizminin baskısı Natoyolunda gittikçe artıyordu. Hemen her gün operasyonlar yapılıyor, insanlar tutuklanıyor, mahalle halkına göz açtırılmıyordu. 

     O sabah Seher teyze erkenden kalktı. Masanın üzerinde duran küçük el radyosunu kulağına götürdü. Radyo ajansları geçiyordu. Dışarıdan bir takım seslerin geldiğini duydu. Cama doğru yöneldi. Sokağın diğer ucunda yaklaşık 50 metre ilerde askerler birikmiş evlere baskın yapmaya hazırlanıyordu. Çığlık atarak kocasına doğru koştu. Zeynel dayı ve Seher teyze Yusuf’un bulunduğu odaya yöneldiler:
—Kalk oğlu acele et, askerler evlere baskın yapıyor! 

     Yusuf yerinden fırladı. Çabucak üzerini giyindi. Anne ve babasının elini öperek mutfağa doğru yöneldi. Amacı askerlere görünmeden mutfağın camından atlayarak mahalleden uzaklaşmaktı. Tam camdan atlarken aklına kitaplar geldi:
—Baba, sakın kitapları yakmayın. Bahçede bir yere gömün ya da kömürlüğe saklayın.

     Kitapları bahçeye gömmek için zamanları yoktu. Torbalara doldurup gecekondunun hemen bitişiğinde ki kömürlüğe indirdiler. Seher teyze kırılmış odun parçacıkları ile kitapların üzerini örterken Zeynel dayı kitaplıkta kalan diğer birkaç kitabı torbaya doldurmaya çalışıyordu. Asker sesleri gittikçe yaklaşıyordu. Yusuf’un kızacağını bilmesine rağmen geri kalan birkaç kitabı da yakmaya karar verdi. Hemen banyo kazanını hazırlayıp kitapları bir bir sobanın içerisine atmaya başladı. Bir süre sonra askerler evi sardı. Zeynel dayı hala banyodaydı. Askerler eve girip etrafı dağıtmaya başladılar. 

     Askerlerden biri koşar adım banyoya yöneldi. Bir tekme vurarak kapıyı açtı. Zeynel dayı çırılçıplak banyo leğeninin içerisine oturmuş, başından aşağı su dökerken bir yandan da türkü söylüyordu: 
— Bilmem şu feleğin bende nesi var. Her gittiğim yerde yar ister benden…
 
     Bunu mahsustan yapıyordu. Yoksa aklı hala Yusuf’taydı. Asker, silahını Zeynel dayıya doğrultup sordu: 
—  Ne yapıyorsun ihtiyar? 
— Yıkanıyorum!  
— Elinde ki ne? 
— Kitap! Maksim Gorki! 

     Son kitabı banyo sobasına sokamamıştı Zeynel dayı! Banyo kazanının içerisinde ve çırılçıplak Maksin Gorki’nin Çocukluğum isimli kitabıyla öylece kalakalmıştı. Şimdi o kitaptan, banyo kazanının içerisinde Zeynel dayı’nın askere “Okuyorum” demek zorunda kaldığı Maksim Gorki’nin Çocukluğum isimli kitabından bahsedeceğim.

     Küçük yaşta öksüz kalan, eğitim görmediği için sürekli çalışan ve bu yüzden Rus işçi sınıfının içerisinde bulunmuş olduğu durumu çok yakından bilen Aleksey Maksimoviç Peşkov, daha sonraları acı anlamına gelen “Gorki” adını almıştır. Aslında bu kısacık bilgi bile bizim ülkemizde, reyting rekorları kıracak yerli dizi senaryosuna dönüşebilir:
—Henüz 6 aylıkken annesi tarafından cami avlusuna bırakılan küçük Mülayim, bütün bunları çok ama çok sonraları öğrenmiştir. Çocukluğunu ilk bırakıldığı yerden kimse almadığı için cami avlusunda ezan ve vaaz dinlemekle geçiren Mülayim, 18 yaşına geldiğinde kendi isteği ile “Savaşçı” anlamına gelen “Mücahit”  adını almıştır!

    Daha ziyade “Ana” adlı kitabı ile tanınan Gorki’nin başlıca eserleri 1913 ile 1923 tarihleri arasında yazdığı, çocukluk ve gençlik yıllarını anlattığı “Çocukluğum”, “Ekmeğimi Kazanırken” ve “Benim Üniversitelerim” isimli kitaplarıdır. Babası ölünce annesi yeniden evlenen küçük Maksimoviç, Nijni Novgorad’da büyükannesi ve büyükbabası ile birlikte yaşamaya başlamıştır. Hayatı zorluklar ve yoksulluk içinde geçen Maksim Gorki’nin “Çocukluğum” adlı kitabında büyük annesi ve büyük babası ile yaptığı konuşmalar yazarın o koşullarda bile hayatı nasıl dolu dolu yaşadığını gözler önüne sermektedir:  
—Peki memur ne demek?
—Memurlar insanların işlerine bakarlar. Yasaları kemiren insan demektir! Yani yasa kurdu!
—Yasa ne demektir?
—Yasalar, alışkanlıklar gibidir. İnsanlar birlikte yaşar ve aralarında anlaşmalar yaparlar. Günün birinde “Böyle yapmak çok iyi, o yüzden bunu kural olarak benimseyelim, kuralımız yasa olsun” derler. Tıpkı, çocukların oyun oynarken bir takım kurallar koymasına benzer bu.
—Ya memurlar?
—Gelip de sorun çıkaran, yasaları alt üst eden insanlardır.

     İşte size Maksim Gorki’nin “Çocukluğum” isimli kitabından büyükbabası ile yaptığı konuşmadan kısacık bir bölüm. Aşağıda ki konuşma ise Maksim Gorki’den 75 sene sonra üç aşağı beş yukarı günümüze uyarlanmış bir metindir:
—Peki memur ne demek?
—Derin bir mevzuu yavrum! Bir zamanlar hükümetin başı “Benim memurum işini bilir” demişti! Memursan işini bileceksin! 
—Yasa ne demektir?
—İnsanlar seçtikleri kişiler vasıtası ile uymak için bir takım kurallar ortaya koyarlar sonrada bu kurallara en başta kendileri uymazlar! Bu kuralların toplamına “Yasa” derler ama Yasa koyucular yasayı istedikleri gibi değiştirip istedikleri gibi uygulayabilirler! 
—Ya memurlar?
—İçinde düzgün olanlarda vardır ama rüşvete ve iktidara bulaşanlarda azımsanmayacak kadar çoktur. Rüşvete bulaşanlar iktidara bulaşanların sayesinde aklanırlar. 

    Hadi diyelim bu konuşmanın elimizde bir kaydı yok! Üstelik edebi bir değeri de yok! O halde 2 iş adamının iktidar üzerinden memleketi nasıl soymaya çalıştıklarını anlatan şu telefon konuşmasını bir okuyalım. Okuyalım da Maksim Gorki’den 77 yıl sonra ülkemizde insanlar aralarında neler konuşuyormuş bir görelim: 
Mehmet Cengiz: Bak kardeşin nasıl çalışıyor yer altından
Celal Koloğlu: Biliyorum biliyorum abi ayıp ediyorsun. Nihat beyin ağzı kulaklarına varıyor yani
Mehmet Cengiz: Hıı biz uğraştık mı kardeşlerimiz için uğraşırız. Yalnız kendimize hep bana değil. Sen daha göreceksin beni de
Celal Koloğlu: Abi inşallah yani hiç onda merak etmiyorum ben eminim
Mehmet Cengiz: Öyle şey olur mu ben gelirim akşam biz üçümüz artık ıı hani kiliseye ne nikahı yapmıştık Katolik..
Celal Koloğlu: Katolik Katolik aynen öyle aynen 
Mehmet Cengiz: Bu milletin a..na koyacağız sen merak etme
Celal Koloğlu: İnşallah inşallah
Mehmet Cengiz: Çok çalışacağız
……
Mehmet Cengiz: Akşam beyefendi de ( Binali Yıldırım ) yani hiç merak etme diyor hakkaten bu adam başka bir adam ya
Celal Koloğlu: Doğru doğru abi
Mehmet Cengiz: Valla

    Maksim Gorki “Çocukluğum” adlı kitabının son bölümünde, annesinin ölümünden sonra büyükbabasının kendisine söylediği şu söze yer vermiştir:
—Eh, Leksey, sen bir madalya değilsin, boynumda sonsuza kadar asılı kalamazsın, git ekmeğini kazan…

     Gorki çocukluğunu anlattığı kitabını “Ve ben ekmeğimi kazanmaya gittim” cümlesi ile bitirmiştir. Ekmeğin hırsızlar tarafından çalındığı bir ülkede Maksim Gorki’yi okumak lazım.