Van…

Nazlı bir gelin gibi saklar tutkularını.  
 
Uzaktır özlemleri. Hep uzak…    

Ama yakındır, en yüksek ufukların yaşam dolu tutkusuna…

Bir bebek düşünün. Onlarca kez yürümek için ayağa kalkıp düşen bir bebek. Düştükçe inatçılaşan, inatlaştıkça sevdası artan, sevdası arttıkça kendini var etme mücadelesi çoğalan bir bebek. Her düştüğünde, yeniden yaşamaya selam sunan bir bebek. Onlarca denemeden sonra birkaç saniye ayakta kalmayı başardığında başı dik, alnı açık ve göğsünü kabartarak duran bir bebek.

Zafer kazanmış bir komutan gibi…      
     
Yenilmez bir azmin doruğuna tırmanan türkü bakışlı çocuklar gibi…
        
Böyle bir bebek gibi büyüdü Van.

On yıllarca kendi iç dünyasında, kendi halinde kaldı. O nazlı bir çocukken, bütün dünyada her gün baş döndürücü bir hızla her şey değişiyordu. Bu değişime yabancı kaldı, yabancı kaldıkça, yabancılaştırıldı. On yıllarca kimsenin umurunda olmayan, kimsenin kayda değer almadığı bir masum delikanlıydı Van.

Hep “bir gün elbet” dedi, durdu.    
        
…Ve o bir gün geldi. Hani eski Türk sinemalarında, aktör İstanbul’a gittiğinde ezilir ya, ezildikçe o büyük şehre meydan okur. “Bir gün ben seni yeneceğim” diye söylenip durur. İşte böyle bir yemindi Van’ınkisi de. Bütün dünyaya öyle bir duyurdu ki ismini, adı asla silinmeyecek bir tarih sayfası oldu.

Dünya tarihinin eskimiş o tarih sayfalarına girmeyi başaran, sesini uzayın derinliklerinden duyurmayı başaran, bir çocuk özlemiyle yumruğunu sıkıp gökyüzüne kaldırmayı başaran, siyaset ve kültür kitaplarının önsüzünde bulunmayı başaran o en güzel toprağa, gökkuşağının en güzel rengine, Van’a ve Vanlı’ya, tarihin uzun soluğuyla sıcak bir merhaba…

Ne güzel!

Hepimiz biliyoruz ki, bir zamanalr burada yaşadığımızı söylediğimiz için dışlandık, horlandık ve yalnız bırakıldık. Bir zamanlar burada yaşadığımızı söylediğimiz için umutlarımız ve cesaretimiz kırılmaya çalışıldı. Ama ne olursa olsun, burada yaşadığımızı hep gururla söyledik ve buradan bütün evrenle kucaklaştık. Ancak evrenle her kucaklaşmaya çalıştığımızda, gönül köprülerimiz yıkıldı ve bağlarımız koparıldı.

Düşünmemiz engellendi. Tartışamadık. Kendimizi ifade edemedik. Ancak şimdi bütün dünya biliyor bizleri. Bütün evren adeta avuçlarımızdadır bizim. Bu yüzden şimdi sesimiz her zamankinden çok daha gür çıkmalı. Hepimiz biliyoruz ki, yeryüzünde bizim kadar kendini ifade etmeye susayan hiç kimse yoktur. Bu yüzden sesimizi, tarihin taa derinliklerinden bütün evrene haykırmamız gerekir.

Dönem uyanma dönemidir. Bir birey olarak elimizden gelenin en mükemmelini yapmak için çırpınmalı ve yeni dönemlere çığır açmalıyız. 

Unutmamız gerekir ki Van’da yaşamak, her şeyden önce geleceğe sevdalanmaktır. Şartlar ne olursa olsun, yaşamaya olan bağlılığını ve umudunu yitirmemektir. Çünkü Van’da yaşamak sevdayı kavgayla, kavgayı da sevdayla kuşanabilmektir.

Hepimiz elbirliğiyle topraklarımızı ve göğümüzü daha da güzelleştirebiliriz. Irk, cinsiyet, aşiret, kabile, köy, kasaba, mahalle ayırımı yapmadan, omuz omuza vermeyi ihmal etmemeliyiz.
 Unutmamamız gerekir ki, bizler güzelleştikçe kentimiz de güzelleşecektir.

 Kendisini ve toplumunu güzelleştirecek olan bütün yürekli insanıma selam olsun.

…Ve gidenler.

“O güzel atlara” binip, uzaklara göçenler, selam olsun.


Unutmayın, en güzel sabahta buluşacağız, yeni sabahta buluşacağız, yine sabahta buluşacağız.

Hep derdik ya “ah güneş bir doğsun da…” O zaman neler yapacağımızı konuşur dururduk. Şimdi bütün inancım ve irademle sesleniyorum güneşe. Van’ın Tamara kokan yüreğinden en güzel çiçeği koparıp uzatıyorum, güneşin en güzel umuduna. Artos’un en yüksek zirvesinden açtım kollarımı ve usulca rüzgara bırakıyorum saçlarımı.

En gür sesimle haykırıyorum bütün insanlık adına;

İşte o sabah!…