Yıl 2009... İçimde tarifi çok zor bir duygu, zira ilk defa özgür topraklara Irak Kürdistan Bölgesi’ne yolculuk yapacağım. Daha önce bölgeye giden bazı gazetecilerin yazılarından takip ettiğim Güney topraklarına gitmenin dayanılmaz heyecanı var üzerimde...

 

Beklenen gün geliyor ve nihayet İstanbul’dan Mardin’e iniyor uçak. Mardin’den taksi tutup özgür topraklara doğru düşüyoruz yollara. Nusaybin’e yaklaşınca tel örgüler dikkatimi çekiyor, sınırın anlamsızlığını bu kadar yakından görmek daha da üzüyor doğrusu... Devam ediyoruz, yol boyunca taksi şoförü başlıyor anlatmaya. Bir taraftan taksi şoförünün alışmışlığın garip ifadesiyle anlattığı acıklı ama belli ki olağanlaşmış hikayeler, diğer taraftan Kürdistan bayrağını görebilmenin heyecanı...   Habur’daki uzunca kuyruğu görünce, daha önce de pek çok yolcu taşıyan taksi şoförü, buraların hep kalabalık olduğunu, sınırın öte tarafına geçmemizin birkaç saati alabileceğini söylüyor. Yaklaşık 4 saatlik bekleyişten sonra “sınırı” geçiyoruz ve karşımızda Kürdistan bayrağının nöbetini tutan peşmergeler...

 

Gözyaşlarımı kontrol edemiyorum, Zaxo’ya doğru yola çıktığımızda karşımıza ilk çıkan Kürdistan bayrağının önünde fotoğraf çektiriyorum. Çok sonra fark edecektim, özgür topraklara giden herkesin aynı noktada çekilmiş birer fotoğrafı olduğunu.

 

Heyhat, bizler yıllarca diliminizin yasaklandığı, kimliğimizin yok sayıldığı, Kürd olmanın dayanılmaz ağırlığı altında ezilirken, Güney topraklarında karşıma çıkan herkes Kürdçe konuşuyor, hemen hepsinin yüzünde insanın içini ısıtan bir tebessüm...

 

Yıl 2014... İçimde yine tarifi çok zor bir heyecan; zira bu kez de yaşadığım yerde yanıbaşımdaki komşu çocuklarının, okul arkadaşlarımın mesken edindiği, can verdiği, mücadele ettiği başka bir yere Kandil’e doğru başlıyor yolculuk. Yanımda 3 arkadaşım daha var. Üçümüz de neredeyse sözleşmiş gibi Kandil’e çıkarken hiç konuşmuyoruz. Oldukça sapa bir yoldan çıkarken hemen yolun sol tarafında geçen yıl ağustos ayında Türkiye savaş uçakları tarafından katledilen bir ailenin anıtı var. Küçücük bir çocuk, kadın, erkek, yaşlı...

 

Koca bir ailenin yok olduğu aracın enkazı ise hemen anıtın yanında. İçindeki ayakkabı ve bazı kıyafetler acıyı fısıldıyor sanki...

 

Yukarı doğru tırmandıkça heyecanım artıyor. Az sonra nihayet PKK’nin kontrolündeki ilk arama noktasına ulaşıyoruz. Omzunda silahıyla bir gerilla karşılıyor bizi, o kadar güzel gülümsüyor ki, beni Güney’e gittiğim ilk zamanlara, ilk heyecana götürüyor. Hiçbirimiz gözyaşlarımızı kontrol edemiyoruz, ortak bir duyguyla sessizce ağlıyoruz...

 

Kandil’e, Gelê Kurdistan televizyonu adına gittiğimiz için önceden gideceğimizden haberdar olanlar karşılıyor bizi. Yüzümüzde hüzünle karışık bir gülümseme; “Bizler birbirimizi tanıyoruz evvelden, biliyorum. Aksi halde insan bu kadar kendini güvende hisseder mi?” diyorum kendi kendime. Biraz sohbet ettikten sonra kadın arkadaşlardan biri bizi şehitliğe götürüyor, mezar taşlarına bakınca içim eziliyor. Birçoğu 1990’lı yıllarda doğan gencecik bedenler...

 

Fakat yanımızdaki kadın arkadaş o kadar inançlı ve kararlı görünüyor ki, Diyarbakır’daki “siyasileri” düşünüyorum ve Kandil’deki yitik bedenleri...

 

Aradaki uçurumu bir tek ben değil, yanımdakiler de görüyor, çok sonra konuşunca anlıyoruz aynı şeyleri hissettiğimizi. Diyarbakır’da “öteki”yken, birden bire Kandil’de “ev sahibi” gibi hissetmem, aidiyet duygusuyla ilgili yeni sorular sormama neden oluyor.

Sınırların yüreğimizdeki sınırsızlığı...

Bir yanım Rojava’nın heyecanına ortak olup, acısına kahrolurken; diğer yanım Güney’in güneşiyle ısınıyor.

Ah azizim; Hewlêr’den doğan güneş, Rojava’yı ısıtmayacaksa; Kandil’de dalgalanan bayraklarda Kürdistan bayrağı yerini bulamayacaksa, söyler misiniz hangi yürek taşır bu dayanılmaz ağırlığı!..