Günümüz dünyasında ‘büyük güç (great power)’ statüsüne ‘resmen’ sahip 5 ülke var: ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa. 
 
Büyük Güç (great power), etkisini küresel ölçekte hissettirme gücüne sahip devletler için kullanılan bir tabir. Bu güç, ekonomik, askeri, diplomatik ve yumuşak güçlerin etkisinin toplamından oluşur. Tek başına ekonomik gücünüz sizi ‘büyük güç’ yapmaya yetmeyeceği gibi (örneğin dünyanın üçüncü ekonomisi Japonya), tek başına askeri gücünüz de size bu statüyü kazandırmaz(örneğin nükleer güç olan Hindistan).   
 
Bu süper güçlerin dışında kalan ülkelere genel olarak ‘small powers(küçük güçler)’ denir. Bunlar da kendi aralarında, küresel güç olma hevesindeki orta ölçekli güçler, coğrafyasında iddialı bölgesel güçler ve iddiasız küçük devletler diye ayrılır. Müdahil oldukları lokal bir kriz söz konusu değilse, kürenin diğer sorunları konusunda bu güçlerin ne düşündüğü pek belirleyici olmaz.
 
Almanya’yı da artık fiili olarak büyük güç sayan bazı teorisyenler var ancak burada bahsettiğim Büyük Güç statüsü sadece fiili bir durum değil. Viyana Kongresi’nde ya da Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nde olduğu gibi hukuksal olarak da tanımlanmış bir statüden bahsediyorum.
 
Son 100 yılda küresel güçler dengesinde büyük değişiklikler, iki büyük dünya savaşı sonrasında gerçekleşti. Bugünkü güçler dengesi de İkinci Dünya Savaşı’nın eseridir.
 
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünyanın süper güçleri Versailles Antlaşması masasına galipler olarak oturan ABD, İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya’ydı. Yüzyılın başında yükselen güç Almanya savaşta yenildi. Malum, ‘’Almanya yenilince biz de yenilmiş sayıldık’’. Osmanlı ve Avusturya-Macaristan imparatorlukları ile Rus çarlığı savaş bittiğinde tarih olmuştu.
 
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Milletler Cemiyetini yöneticileri de savaşın galipleriydi. Milletler Cemiyeti’nin komuta konseyinin 5 daimi üyesi, Birinci Dünya Savaşı galipleri olan ABD, İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya’ydı. Gerçi ABD Senatosu’nun onaylamaması nedeniyle ABD başlangıçta o konseye üye olmayacaktı.
 
Uluslararası planda farklı güçler dengesi oluşmaya başlaması 1939 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasına sebep oldu. Bu kez ittifak devletleri, Fransa, İngiltere, SSCB, ABD ve Çin’di. ‘Şer cephesi’ ise Almanya, İtalya ve Japonya’ydı. Savaşın hemen ardından Milletler Cemiyeti yerine bu kez Birleşmiş Milletler kuruldu. BM’nin komuta merkezi olan Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesinin de galipler, yani ABD, SSCB, Çin, İngiltere ve Fransa olması elbette yine tesadüf değildi.
 
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra literatüre bir de ‘süper güç’ kavramı girdi. Kavramı ilk kez kullanan Columbia Üniversitesi profesörü ve uluslararası ilişkiler teorisyeni William T.R. Fox, bu tanımı ilk kez kullandığı 1944 yılında dünyada 3 süper güç olduğuna inanıyordu: ABD, Britanya İmparatorluğu ve SSCB. Ancak Britanya İmparatorluğu 1950’li yılların ortasında süper güç statüsünü kaybetti.
 
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun bugün 193 üyesi var. Ancak, bu Genel Kurul’un BM bütçesini onaylamak gibi birkaç karar dışında hukuksal anlamda yaptırım gücüne sahip bir kararı yok. BM sistemini yöneten asıl organ BM Güvenlik Konseyi’dir. Çünkü, ambargo, uluslararası müdahale ve barış gücü tesis etme gibi icrai operasyonların tamamında nihai karar organı BM Güvenlik Konseyi’dir. 15 üyeli konseyin 10 üyesi, iki yıllığına seçilir. Bu 10 üyenin veto yetkisi yoktur. Konseyde kararların kabulü için 9 üyenin olumlu oyu gerekiyor. Ancak konseyin 5 daimi üyesi ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa’dan birinin bile veto ettiği hiç bir karar geçemez. Diğer 10 üye emrivakiye uymaktan başka seçeneğe sahip değil.  
 
Birlemiş Milletler’in ‘demokrasi özürlü’ olduğunu iddia edenlerin en büyük eleştiri noktası da bu. Ancak bu itirazın görmezden geldiği ya da farkında olmadığı konu şu: BM kuruluş sözleşmesiyle ‘demokratik’ bir kurum olduğunu iddia eden bir yapı değil. Böyle bir amacı da yoktu. BM’nin ikinci genel sekreteri Dag Hammarskjöld’ün deyimiyle, ‘’BM dünyayı cennete çevirmek için değil cehenneme dönmesin diye var’’.
 
İkinci Dünya Savaşı’nın galiplerince, üçüncü bir dünya savaşı olmasın diye kuruldu. Beş büyük gücün daimi ülke statüsü ve veto hakkı da başından beri var ve bunu sık sık kullana geldiler. Cezayir (1954–62), Süveyş (1956), Macaristan (1956), Vietnam (1946–75), Çin-Vietnam Savaşı (1979), Afganistan (1979–88), Panama (1989), Irak (2003) ve Gürcistan (2008) savaşlarının tamamında beşli çeteden bir üyenin veto tehdidi nedeniyle BM ciddi bir etkinlik sergileyemedi. Güvenlik Konseyi’nden geçen kritik kararların nerdeyse tamamı da konseyden önce 5 üyenin kapalı kapılar arkasında kendi aralarında yaptığı pazarlıklarla belirlenmiş kararlar. Bütün dış politika kararlarında olduğu gibi buradaki kararlarda da bu 5 ülkenin çıkarları, evrensel değerlerden daha belirleyici. 1991’de petrol zengini Kuveyt için acil ‘insani müdahale’ kararı alabilen BMGK, 3 yıl sonra kimsenin pek de umurunda olmayan Ruanda’da milyonlar öldürülürken seyretti.
 
Her ne kadar bu yapısı ve etkisizliği ile kimseyi memnun etmese de, yine de BM’nin varlığının yokluğundan daha hayırlı olduğu konusunda bir küresel mutabakat var. Nitekim kuruluşunda 56 olan üye sayısı bugün 193’e ulaşmış durumda. Doğal olarak BM’den beklentiler de 60 yıl öncekinden farklılaştı. İletişim devrimi, küreselleşme, 60 yıllık deneyimler, değişen zihniyetler Birleşmiş Milletleri yeni bir statüye doğru zorluyor. Peki bu yeni statü bir ‘küresel hükümet’ olabilir mi?
 
Aslında BM’den demokratik bir işleyiş bekleyenler de, farkında olarak ya da olmayarak BM’ye bir tür ‘dünya hükümeti’ statüsü atfediyor. Ancak BM mevcut yapısıyla bir ‘dünya hükümeti’ değil bir uluslararası istişare ve işbirliği organı. Tüm istişarelerde olduğu gibi son sözü de en güçlü konumdakiler söylüyor.  
 
‘Dünya hükümeti’ birçok kişinin tüylerini diken diken eden bir ifade. Ancak, bazı analistlere göre beğensek de beğenmesek de ‘küresel hükümet’, insanlığın gidişatı açısından er ya da geç kaçınılmaz olarak varılacak bir menzil. Buna inanan birçok teorisyen ve grup da var. Bunlardan biri de Dünya Federalizmi Hareketi (World Federalist Movement). WFM üyelerinden Dieter Heinrich, mevcut BM yapısında Güvenlik Konseyi’nin küresel bir hükümeti temsil edemeyeceğini belirtirken, buna, küresel yasama- yürütme - yargı erklerinin üçünün de konseyde toplanmış olmasını gerekçe gösteriyor. 
 
Küresel hükümetçiler, dünyanın dört bir tarafının her gün katlanarak karmaşıklaşan ilişki ağına dikkat çekiyor. Artık, bir virüs salgını, bir doğal afetin etkileri, ekonomik bir darboğaz, yerel bir savaşın sonuçları, kısa sürede kürenin her yerini etkiliyor.
 
Küresel ısınma, çevre kirliliği, gıda ve su kıtlığı, açlık, eğitimsizlik, sağlık sorunları, nükleer tehdit gibi küresel müdahale, küresel işbirliği gerektiren birçok konu da çabası… Sonuçta bütün dünyanın, sadece konuşmakla kalmayıp ‘uygulanabilir’ güçte kararları demokratik işleyişle alacağı küresel bir platforma olan ihtiyaca dikkat çekiliyor.    
 
 
 
Küresel milletvekilliği mi?
 
 
Aslında bir yönüyle BM sistemi, Güvenlik Konseyi’ne rağmen bir gelişme trendi içinde. 2002 yılında Roma Sözleşmesi ile resmen oluşan Uluslararası Ceza Mahkemesi, Güvenlik Konseyi otokrasisine küresel ölçekte en büyük meydan okuma oldu. George W. Bush yönetimi, Amerikan vatandaşlarının muaf tutulacağı garantisi vermemesi üzerine Clinton yönetimi döneminde atılan ABD imzasını çekti. Obama yönetimi mahkeme ile yeniden ilişki kurdu ancak henüz yeniden imza atmış değil. Çin de mahkemenin kurulmasına neden olan Roma Sözleşmesini imzalamayan ülkeler arasında. Ancak bu güçlü dirence rağmen halen 121 devlet imza atarak mahkemeyi tanımış durumda. Bu beynelmilel mahkemenin soruşturma, yaptırım ve ceza yetkisinin bütün kürede tanınması, gerçek bir küresel hükümetin ilk adımı olabilir.
 
Birleşmiş Milletler sisteminde gelecek için konuşulan, tartışılan reform planlarından biri de bir ‘dünya parlamentosu’nun oluşturulması. BM Parlamenterler Meclisi (United Nations Parliamentary Assembly) kurulması için ciddi bir kampanya yürüten ve 270 küresel NGO ile 140 ülkeden 700 parlamenterin desteklediği kısaca CEUNPA diye bilinen bir grup da oluşmuş durumda. CEUNPA ve bu fikre katılan birçok entelektüel, diplomat, yazar ve politikacı küresel parlamentonun öncelikle BM Genel Kurulu’nun bir alt organı gibi kurulmasını ve ardından bir küresel parlamentoya evrilmesini hedefliyor.
 
Dünya Parlamentosu üyelerinin, üye ülkelerin parlamentolarında yapılacak seçimle ya da üye ülkelerde yapılacak halk seçimiyle doğrudan belirlenmesi gibi alternatifler konuşuluyor. Bir nevi küresel milletvekilliği yani.
 
Ve nihayet, misyonu halen ‘barışı koruma’ ile sınırlı BM Barış Gücünün yetkisinin ‘barışı tesis etme’ yönünde genişletilerek küresel kolluk gücüne dönüştürülmesi de bir başka tartışma. BM Güvenlik Konseyi gündeminde, Ruanda’daki gibi soykırımları oluşmadan önleyebilmek için, askerleri mevcut GK üyesi ülkelerden oluşacak Hızlı Müdahale Gücü kurulması reformu önerisi de var.
 
Bunlar, gerçekleşmesi halinde ciddi sonuçları olabilecek, küresel politikanın gidişatını sil baştan değiştirebilecek radikal reformlar. Fakat küresel düzende bu denli radikal değişiklikler maalesef şimdiye kadar kolay gerçekleşmedi. Milletler Cemiyeti varlığını Birinci Dünya Savaşına ve Birlemiş Milletler de İkinci Dünya Savaşına borçlu. O yüzden bazı analistlere göre küresel ölçekli yeni bir savaş veya virüs salgını, kıtlık, nükleer patlama veya çok büyük ölçekli bir küresel ekonomik çöküntü gibi bir global felaket olmadan yeni bir düzenin yaşama geçme olasılığı az.
 
Peki bunları niye aktardım? ‘’BM sistemi adil değil’’ diye yakınmaya başladığınızda lafın nerelere uzanabileceğini göstermek için. Nihayetinde bir takım güçlülere, ‘’gücünüzü, çıkarınız istikametinde kullanmayın, feragat edin’’ diyoruz. Neden? Adalet adına...
 
Uluslararası politikanın ve düzenin kendine özgü bazı gerçekleri var. Ve bu gerçekler arasında henüz ‘adalet’ yok. Maalesef…